menu
KADER İNANCININ HAYATA ETKİSİ
KADER İNANCININ HAYATA ETKİSİ
Haftanın Vaazı.. "Kader İnancının Hayata Etkisi" konulu 23.09.2022 tarihli Cuma Vaazı sitemize eklenmiştir..

Kader İnancının Hayata Etkisi

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم 

قُل لَّن يُصِيبَنَا إِلاَّ مَا كَتَبَ اللّهُ لَنَا هُوَ مَوْلاَنَا وَعَلَى اللّهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ

De ki: Allah’ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez. O bizim mevlâmızdır. Onun için müminler yalnız Allah’a dayanıp güvensinler.” (Tevbe, 9/51)

 قَالَ: فَأَخْبِرْنِى عَنِ الْإِيمَانِ. قَالَ: أَنْ تُؤْمِنَ بِاللَّهِ وَمَلاَئِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَتُؤْمِنَ بِالْقَدَرِ خَيْرِهِ وَشَرِّهِ

Cebrail (a.s.), Hz. Peygamber (s.a.v.)’e : “Bana iman hakkında bilgi ver.” dedi. Resûlullah şöyle buyurdu: “Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve âhiret gününe iman etmendir. Keza hayrı ve şerriyle kadere inanmandır.” (Müslim, Îmân, 1)

İmanın altı şartı arasında belki de anlaşılması en zor olanı kaza ve kadere iman meselesidir.

Her ikisi de Arapça olan bu kelimelerden kader, sözlükte “gücü yetmek, planlamak, ölçü ile yapmak, bir şeyin şeklini ve niteliğini belirlemek, kıymetini bilmek, rızkını daraltmak” gibi mânalara gelir.

Dini terim olarak kader, Allah’ın bütün nesne ve olayları ezelî ilmiyle bilip belirlemesidir.

Kaza ise kelime olarak “hükmetmek, emretmek, sağlam yapmak, yerine getirmek” gibi manalara gelir.

Dini terim olarak kazâ ise Allah’ın nesne ve olaylara ilişkin ezelî planını gerçekleştirmesidir. 

Kaderi bir anlamda projeye, kazayı ise bu projenin uygulamasına benzetebiliriz.

  • Kadere inanmak, Allah’ın varlık âlemi ile ilgili şu dört sıfatına/özelliğine inanmaktır:

Allah’ın bilmediği hiçbir şey yoktur (ilim), Allah’ın dilemediği hiçbir şey olmaz (irade), Allah’ın gücü olmadan hiçbir şey olmaz (kudret), Allah’tan başka yaratıcı yoktur (tekvin).

Allah’ın subutî1 (varlığı zorunlu olan ve kemal ifade eden ) sıfatlarından olan ilim, irade, kudret ve tekvin sıfatlarını kısaca izah edelim.

1. Allah’ın Bilmediği Hiçbir Şey Yoktur. (İlim)

Allah, varlıkları ve olayları sonradan öğrenen bir varlık değildir. O’nun nezdinde “önce” ve “sonra” diye bir şey de yoktur. Zira Allah, zamanın da yaratıcısıdır, zamandan münezzehtir, zamana tabi değildir,

O’nun bilgisinde artma ve eksilme olmaz. Bilgisinin yanlış çıkması diye bir şey olamaz.

Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’ın her şeyi bildiğini, O’nun bilgisi dışında en ufak bir şeyin bile gerçekleşmeyeceğini defalarca vurgular.

Bu konudaki âyetlerden bazıları şöyledir:

وَعِندَهُ مَفَاتِحُ الْغَيْبِ لاَ يَعْلَمُهَا إِلاَّ هُوَ وَيَعْلَمُ مَا فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَمَا تَسْقُطُ مِن وَرَقَةٍ إِلاَّ يَعْلَمُهَا وَلاَ حَبَّةٍ فِي ظُلُمَاتِ الأَرْضِ وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ إِلاَّ فِي كِتَابٍ مُّبِينٍ

Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır; onları O’ndan başkası bilmez. O, karada ve denizde ne varsa bilir; O’nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. O, yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi dahi bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.” (En’âm, 6/59)

وَمَا تَكُونُ فِي شَأْنٍ وَمَا تَتْلُو مِنْهُ مِن قُرْآنٍ وَلاَ تَعْمَلُونَ مِنْ عَمَلٍ إِلاَّ كُنَّا عَلَيْكُمْ شُهُودًا إِذْ تُفِيضُونَ فِيهِ وَمَا يَعْزُبُ عَن رَّبِّكَ مِن مِّثْقَالِ ذَرَّةٍ فِي الأَرْضِ وَلاَ فِي السَّمَاء وَلاَ أَصْغَرَ مِن ذَلِكَ وَلا أَكْبَرَ إِلاَّ فِي كِتَابٍ مُّبِينٍ

Ne zaman sen bir işte bulunsan, ne zaman Kur’an’dan bir şey okusan ve siz ne zaman bir iş yaparsanız, o işe daldığınız zaman biz mutlaka üstünüzde şahidizdir. Ne yerde ne gökte zerre ağırlığınca bir şey Rabbinden uzak (ve gizli) kalmaz. Bundan daha küçüğü ve daha büyüğü yoktur ki apaçık kitapta (levh-i mahfuzda) bulunmasın” (Yunus, 10/61)

2. Allah’ın Dilemediği Hiçbir Şey Olmaz (İrade)

Varlık âleminde bir şey meydana geliyorsa bu, Allah’a rağmen meydana gelemez. Allah dilemiştir ki meydana gelmiştir. Eğer Allah (c.c.), dilemeseydi meydana gelmezdi. Allah’ın dilediği şey olur, dilemediği şey olmaz.

Allah, “el-Azîz”dir. Hiçbir varlık O’nu mağlup edemez. Her varlık O’nun dilemesine tâbidir.

Kur’an-ı Kerim, Allah’ın dilediği şeyin olacağını, O’nun dilemediği şeyin asla olmayacağını defalarca belirtir. Bu âyetlerden bazıları şöyledir:

إِنَّمَا أَمْرُهُ إِذَا أَرَادَ شَيْئًا أَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ

Bir şey dilediğinde Onun yaptığı “Ol” demekten ibarettir. Hemen oluverir.” (Yasin, 82)

فَعَّالٌ لِّمَا يُرِيدُ

O, dilediğini yapar.” (Burûc, 85/16)

وَمَا تَشَاؤُونَ إِلَّا أَن يَشَاء اللَّهُ إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَلِيمًا حَكِيمًا

Sizler ancak Rabbinizin dilemesi (izin vermesi) sayesinde (bir şeyi) dileyebilirsiniz. Şüphesiz Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.” (İnsan, 76/30)

3. Allah’ın Gücü Olmadan Hiçbir Şey Olmaz (Kudret)

Bu kâinatta Allah dışında hakiki güç sahibi hiçbir varlık yoktur. Her güç sahibi gücünü Allah’tan alır. Bir fiili meydana getirmek güç sahibi olmayı gerektirir. Allah bir varlığa güç vermedikçe o varlık o fiili meydana getiremez.

İnsanlar görme, duyma, yürüme, tutma gibi fiilleri kendi güçleriyle yaptıklarını zannederler. Oysa bütün bunları yapabilmemiz de Allah’ın verdiği güç sayesinde olmaktadır. Rabbimiz dilerse bu gücü bizden alır ve biz bu fiilleri yapamayız.

Nitekim âyet-kerimede şöyle buyrulur:

قُلْ أَرَأَيْتُمْ إِنْ أَخَذَ اللّهُ سَمْعَكُمْ وَأَبْصَارَكُمْ وَخَتَمَ عَلَى قُلُوبِكُم مَّنْ إِلَهٌ غَيْرُ اللّهِ يَأْتِيكُم بِهِ انظُرْ كَيْفَ نُصَرِّفُ الآيَاتِ ثُمَّ هُمْ يَصْدِفُونَ

De ki: Ne dersiniz; eğer Allah kulaklarınızı sağır, gözlerinizi kör eder, kalplerinizi de mühürlerse (aklınızı giderirse) bunları size Allah’tan başka hangi tanrı geri verebilir! Bak, delilleri nasıl açıklıyoruz. Onlar hâla yüz çeviriyorlar!” (En’âm, 6/46; bkz.Yasin, 36/66-67)

Resûlullah (s.a.v.), günahlardan korunmaya güç yetirmenin ve itaate kuvvet bulmanın ancak Allah’ın yardımıyla olduğunu şu hadis-i şerifiyle beyan etmiştir:

مَنْ قَالَ يَعْنِي إِذَا خَرَجَ مِنْ بَيْتِهِ : بِسْمِ اللَّهِ توَكَّلْتُ عَلَى اللَّهِ ، وَلَا حَوْلَ وَلَا قُوَّةَ إلاَّ بِاللَّهِ ، يُقَالُ لَهُ هُدِيتَ وَكُفِيتَ وَوُقِيتَ ، وَتَنَحَّى عَنْهُ الشَّيْطَانُ

Kim, evinden çıkarken: “Allah’ın adıyla çıkıyor, Allah’a güveniyorum. Günahlardan korunmaya güç yetirmek (حَوْلَ) ve itaate kuvvet bulmak, ancak Allah’ın tevfik ve yardımıyladır” derse kendisine: “Doğruya iletildin, ihtiyaçların karşılandı, düşmanlarından korundun, diye cevap verilir. Şeytan da kendisinden uzaklaşır.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 103; Tirmizî, Daavât, 34)

4. Allah Yaratmadan Hiçbir Şey Meydana Gelemez. Allah’tan Başka Yaratıcı Yoktur (Tekvin)

Kâinatta bir olay meydana geliyorsa bu, Allah’ın yaratmasıyla olur. Allah dışında bir yaratıcı yoktur. İnsanların yapıp ettiği fiiller insanlar tarafından yaratılmış değildir.

Allah, insanın önüne sonsuz seçenekler koymuştur. İnsan kendi iradesini kullanarak, hangi yolu tercih ederse, Allah onu yaratır. Dolayısıyla sorumlu olan insanın kendisidir.

İnsanlar yalnızca fiili yapmayı ister, Allah da o fiili yaratmayı dilerse yaratır. Bu fiil ister namaz kılmak gibi hayırlı isterse kötülük yapmak gibi şerli bir fiil olsun fark etmez.

Bu meselede şöyle bir örnek verilir: Bir apartmanın üst katının nimetlerle, bodrum katının ise işkence aletleriyle dolu olduğunu ve bir kişinin bu apartmanın asansörü içerisinde bulunduğunu farz edelim. Kendisine, apartmanın bu durumu daha önce anlatılmış bulunan bu kişi, üst katın düğmesine bastığında nimetlere kavuşacak, alt katın düğmesine bastığında ise azaba uğrayacaktır.

Burada iradenin yaptığı tek şey, sadece hangi düğmeye basılacağına karar vermesi ve teşebbüse geçmesidir. Asansör ise, o kişinin gücü ve iradesiyle değil, belirli fizik ve mekanik kanunlarla hareket etmektedir. Yani, insan üst kata kendi gücüyle çıkmadığı gibi, alt kata da kendi gücüyle inmemektedir. Bununla beraber asansörün nereye gideceğinin belirlenmesi, içindeki kişinin iradesine bırakılmıştır.

Şu halde insanların fiillerini yaratma Allah’a, isteme ve tercih etme (kesb) insanlara aittir. İnsanları sorumlu kılan da işte budur.

İnsan, iki şeyden birini seçme iradesine dayanıp (cüz-i ihtiyarı) yaptığı iyilik ve güzellikleri nefsine mâl edip mağrur olacakken karşısına kadere iman çıkar. “Haddini bil, yapan sen değilsin. Yapan, yaratan, takdir ve irade eden Allah’tır” der.

Nefsin ve benliğin insanı havalandırarak yoldan çıkarmasına, bir nevi firavunlaştırmasına mâni olur. Tevazu sâhibi kılar.

Görüldüğü gibi kader; nefsi gururdan, kibirden kurtarmak; cüz-i iradesini de mesuliyet ve mükellefiyetten kaçmasına fırsat vermemek için imanın esasları arasına dâhil olmuştur.

  • Her Şey Yazılmışsa Biz Ne Diye Gayret Ediyoruz?

Dünyaya gelen her insan bir kader programına tabidir. İnsanın ne yapacağını, başına ne geleceğini Yüce Allah ezeli ilminde biliyor. Bilmese veya bilemese yaratıcı olamaz. Ancak Allah’ın bilmiş olması, insanın o işi yapmasını zorlamaz.

Bunu bir misalle açıklarsak mesela, yarın güneşin ne zaman doğup batacağını bilmemiz onun doğması ve batmasına bir etkisi yoktur. Bizler o şekilde bildiğimiz için güneş doğup batmamakta, aksine güneş o dakikada doğup batacağı için bizler bilmekteyiz.

Şeytan, şu vesveseyi insana verebilir: “Mademki Allah her şeyi yazmış, o halde benim bir şey yapmama gerek yok. Başıma yazılan ne ise zaten o olacak!”

Şimdi bir an, şeytanın bu vesvesesine kapılan bir kimseyi düşünün. Bu vesvese onun dünya ve âhiretini nasıl etkiler bir bakalım:

Sınava girecek bir öğrenci düşünelim... Derslerine çalışmak yerine “sınavdan kaç alacağım Allah tarafından ezelde yazılmış, çalışsam da o notu alacağım, çalışmasam da. Öyleyse kendimi yormama ne gerek var?” diyerek çalışmayı bırakırsa ne olur?

Bütün öğrenciler bu zihniyette olursa o neslin eğitimini düşünün... O zaman yeryüzünden eğitim diye bir şeyi kaldırmamız gerekir!

Bir hastayı düşünelim... Tedavi olmak ve ilaç kullanmak yerine “iyileşip iyileşmeyeceğim Allah tarafından ezelde yazılmış, o ilacı kullansam da kullanmasam da, ameliyat olsam da olmasam da başıma gelecek olan odur. Öyleyse niçin ameliyat olayım, ilaç kullanayım?” diyerek tedaviyi ve ilaç kullanmayı bırakırsa ne olur?

Bütün hastalar bu zihniyette olursa ne olur bir düşünün... O zaman yeryüzünden tıbbı kaldırmamız gerekir!

Aynı şeyi âhiretimiz için de düşünebiliriz. Bir kimse “Benim cennete mi yoksa cehenneme mi gideceğim Allah tarafından ezelde yazılmış, biliniyor. Şimdi ben iman edip amel etsem de bunları yapmasam da Allah’ın yazdığı şey başıma gelecek. Öyleyse amel etmeme ne gerek var?” dese ne olur? O zaman yeryüzünden din denilen şeyi kaldırın!

Oysa gerçek iman, bir yandan Allah’ın her şeyi bildiğine ve bu ezeli bilgisine uygun olarak yazdığına inanmaktan, diğer yandan da kul olarak bizim bunu bilmememiz sebebiyle sonuna kadar gayret göstermekten geçiyor. Yani ben, kendi emek, çaba ve gayretimden sorumluyum” diye düşünmektir. Tevekkülün manası da tam da budur.

O halde kader ve kazâya güvenip çalışmayı bırakmak, olumlu sonucun sağlanması ya da olumsuz sonuçların önlenmesi için gerekli sebeplere sarılmamak ve tedbirleri almamak, İslâm’ın kader anlayışı ile bağdaşmaz. Allah, her şeyi birtakım sebeplere bağlamıştır. İnsan bu sebepleri yerine getirirse Allah da o sebeplerin sonucunu yaratacaktır. Bu da bir ilâhî kanundur ve bir kaderdir.

Kader, Allah’ın sırlarından bir sırdır. Bu sırrın, bizim tarafımızdan idrak edilemeyen pek çok noktası vardır ve her şeyiyle yalnızca âhirette çözülecektir.

  • Kadere İmanın Ahlâka ve İnsan Psikolojisine Katkıları

Bilinen bir gerçektir ki, hayır içinde olmak, kâr etmek, mutlu yaşamak, yarınlara umutla bakmak her insanın temel arzusudur. Şerre, kötülüğe, mutsuzluğa, zarara râzı olacak akıllı bir kişi düşünmek mümkün değildir. Zira böyle bir şey fıtrata aykırıdır.

Bunun yanında dünyanın meşakkatler, sıkıntılar, külfetler ve tezatlar yurdu olduğu da bir başka gerçektir.

Bu sebeple sıkıntılar içinde mutlu olabilmek, kötülüğe kapılmadan hayır üzere hayatı sürdürebilmek büyük bahtiyarlıktır.

İşte insanı bu bahtiyarlığa ve başarıya ulaştıran özellik tek kelime ile iman’dır.

İman, ilâhî irâde ile irtibat kurmak demektir. Bu irtibat kesintiye uğrarsa, insan; tehlike, zarar ve şerle karşı karşıya kalır. Çünkü iman, duygu ve davranışlarda orta hallilik (itidal) ve hayırda devamlılık (istikrar) kaynağıdır. İnsanlar, hatayı itidallerini kaybettikleri anda işlerler.

Kur’an-ı Kerim’de Rabbimizin çeşitli vesilelerle kullarını deneyeceği ifade edilmektedir. Bu imtihanla Rabbimiz, Hz. Ebu Bekir (r.a.) gibi Sıddiklerle Müseylemetü’l-Kezzab’ları ortaya çıkarmak istemektedir.

Cenâb-ı Hak, Bakara suresi 155. âyet-i kerimesinde şöyle buyurmaktadır:

وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِّنَ الْخَوفْ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِّنَ الأَمَوَالِ وَالأنفُسِ وَالثَّمَرَاتِ وَبَشِّرِ الصَّابِرِينَ

Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla; mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle sınayacağız. Sabredenleri müjdele! (Bakara, 2/155)

Yine Yüce Rabbimiz kitabında:

أَحَسِبَ النَّاسُ أَن يُتْرَكُوا أَن يَقُولُوا آمَنَّا وَهُمْ لَا يُفْتَنُونَ

İnsanlar, denenip sınavdan geçirilmeden, “İman ettik” demekle bırakılacaklarını mı sanıyorlar?” (Ankebût,28/2) buyurmaktadır.

  • Mü’min, sıkıntılar karşısında eğilip bükülse de doğrulmayı ve olgunlaşmayı bilir, azim ve sebatını kaybetmez.

Hz. Peygamber (s.a.v.) de müminden beklenen bu karakteri şöyle örneklendirmiştir: 

مَثَلُ الْمُؤْمِنِ كَمَثَلِ الْخَامَةِ مِنَ الزَّرْعِ تُفِيئُهَا الرِّيحُ وَتَصْرَعُهَا مَرَّةً وَتَعْدِلُهَا أُخْرَى حَتَّى تَهِيجَ وَمَثَلُ الْكَافِرِ كَمَثَلِ الأَرْزَةِ الْمُجْذِيَةِ عَلَى أَصْلِهَا لاَ يُفِيئُهَا شَىْءٌ حَتَّى يَكُونَ انْجِعَافُهَا مَرَّةً وَاحِدَةً 

Mümin, yeşil ekine benzer. Rüzgâr hangi taraftan eserse onu o tarafa yatırır (fakat yıkılmaz), rüzgâr sakinleştiğinde yine doğrulur. İşte mümin de böyledir; o, bela ve musibetler sebebiyle eğilir (fakat yıkılmaz). Kâfir ise sert ve dimdik selvi ağacına benzer ki Allah onu dilediği zaman (bir defada) söküp devirir.” (Buhari, Tevhid, 31)

Kişinin imanının kalitesi sadece güneşli günlerde değil; karanlıklarda, karamsarlıklarda, çaresizliğin belini büktüğü o zor zamanlarda da Rabbini anabilmesinde gizlidir.

  • İnsanların olaylar karşısında gösterdikleri tepkiler değişiktir.

Çok büyük sevinç anlarını geçiştiriveren kişilerin yanında, her türlü kaydı unutan olmadık aşırılıklara düşenler de görülmektedir.

Büyük sıkıntıları büyük bir metânetle karşılayanlar olduğu gibi, çok küçük sıkıntıları bile dayanılması imkânsız felâketmiş gibi büyütüp feryâd ü figân edenler, hatta işi daha da ileri götürüp - Allah saklasın - kendi canına kıyanlar, intihara kalkışanlar da bulunmaktadır.

İşte sabır, kadere rıza çizgisinde kalabilmenin yegâne yoludur.

Yine Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.) mü’minin özelliğinden şu şekilde bahsetmiştir:

عَجَباً لِأَمْرِ الْمُؤْمِنِ إِنَّ أَمْرَهُ كُلَّهُ لَهُ خَيْرٌ ، وَلَيْسَ ذَلِكَ لأِحَدٍ إِلاَّ للْمُؤْمِن : إِنْ أَصَابَتْهُ سَرَّاءُ شَكَرَ فَكَانَ خَيْراً لَهُ ، وَإِنْ أَصَابَتْهُ ضَرَّاءُ صَبَرَ فَكَانَ خَيْراً لَهُ

Resûlullah (s.a.v.)  şöyle buyurdu:

Mü’minin durumu gıbta ve hayranlığa değer. Çünkü her hâli kendisi için bir hayır sebebidir. Böylesi bir özellik sadece mü’minde vardır: Sevinecek olsa, şükreder; bu onun için hayır olur.  Başına bir belâ gelecek olsa, sabreder; bu da onun için hayır olur.” (Müslim, Zühd, 64)

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), mü’minin imrenilecek durumuna, onun her hal ü kârda hayır üzere ve mutlu olduğuna dikkat çekmekte, dolayısıyla Müslümanları sabır ve şükre davet etmektedir. Hadis-i şerif, bu irade ve disiplinin sadece olgun mü’mine has olduğunu haber vermekte, imanın, tepkilerimize olan etkisini gözler önüne sermektedir.

Kadere İmanın Ahlâka ve İnsan Psikolojisine Etkisine Dair Misaller

Yeryüzünde yaşayan insanların onda birini musibetzedeler ve hastalar oluşturur.

  • Hastalara hakikî teselli kaynağı îmandır. İman sahibi hastalar, imanın verdiği teselli kuvvetiyle hastalığın âhirete ait sevabını düşünür, sabreder, şükreder, dua ile niyaz eder. Hz. Eyyüb (a.s.) gibi Allah’ın merhametine sığınarak O’ndan afiyet ister, şifa diler.

Bir Müslüman, açlığın yemekle, susuzluğun suyla giderildiğini elbette ki bilir. O, “Allah, hiçbir hastalık vermemiştir ki onun şifasını da vermemiş olsun.” (Buhârî, Tıb, 1) hadisinin de farkındadır ve tedavi olmanın, Peygamberinin (s.a.v.) tavsiyesi olduğunu da bilir. (Ebû Dâvûd, Tıb, 11) Ancak o, bunların esas sahibini unutmaz ve Hz. İbrâhim (a.s.) gibi şöyle der:

الَّذِي خَلَقَنِي فَهُوَ يَهْدِينِ  وَالَّذِي هُوَ يُطْعِمُنِي وَيَسْقِينِ  وَإِذَا مَرِضْتُ فَهُوَ يَشْفِينِ  وَالَّذِي يُمِيتُنِي ثُمَّ يُحْيِينِ  وَالَّذِي أَطْمَعُ أَن يَغْفِرَ لِي خَطِيئَتِي يَوْمَ الدِّينِ

Beni yaratan da doğru yola eriştiren de O’dur. Beni yediren de içiren de O’dur. Hasta olduğumda bana O şifa verir. Beni öldürecek, sonra da diriltecek O’dur.  Hesap günü hatalarımı bağışlayacağını umduğum yine O’dur.” (Şuarâ, 26/78-81)

Mümin, hastalığın Allah’tan şikâyetçi olmamak şartıyla ibadet sayıldığına dair

şu hadis-i şerifi hatırlayarak teselli bulur:

مَا يُصِيبُ الْمُسْلِمَ مِنْ نَصَبٍ وَلاَ وَصَبٍ وَلاَ هَمٍّ وَلاَ حَزَن وَلاَ أَذًى وَلاَ غَمٍّ ، حَتَّى الشَّوْكَةُ يُشَاكُهَا إِلاَّ كفَّرَ اللَّه بهَا مِنْ خَطَايَاه

Yorgunluk (نَصَبٍ), sürekli hastalık (الْوَصَب), tasa, keder, sıkıntı ve gamdan, ayağına batan dikene (الشَّوْكَةُ) varıncaya kadar Müslümanın başına gelen her şeyi, Allah, onun hatalarını bağışlamaya vesile kılar.” (Buhârî, Merdâ, 3)

  • Kaderin imanlı engelli kardeşimiz üzerindeki etkisi

Allah, mülk sahibidir; mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Kimse O’nun icraatına karışamaz ve icadına müdahale edemez. İnsanın hücrelerini yaratan, organlarını tanzim eden ve ona insanî bir hüviyet bahşeden Allah’tır. İnsan bu nimetleri lütfeden Allah’a daha evvel bir şey vermemiştir ki, O’nun karşısında bir hak iddia edebilsin.

Zulüm, bir hakkın çiğnenmesidir. Kulun ise, Allah’ta hiçbir hakkı yoktur. Allah, ne vermişse sırf lütfundan dolayıdır.

Bize düşenverilmeyen nimetleri düşünüp isyana yeltenmek değil, verileni hatırlayıp şükretmektir. Eksiklikler, kulun denenmesi içindir. Dünyayı bir imtihan salonuna benzetirsek, hoşa gitmeyen durumlar birer imtihan sorusudur. Kul isyan mı edecek, yoksa verilen nimetlere şükürle, mahrum kaldığına sabırla mı karşılık verecek?

Zengin bir tüccar düşünelim. Dükkânına gelen iki fakire, sırf merhametinden dolayı iyilik etmek istiyor. Birine gömlek ve pantolon giydirdi, diğerine ise, bunlara ilaveten ceket ile palto hediye etti. Sadece gömlek ve pantolon alan adam, “Tüccar bana zulmetti, öbür adama fazla verdi...” diyebilir mi?

Biz insanlar da bu fakirlere benziyoruz. Allah, sonsuz merhameti sebebiyle, tükenmez hazinesinden hepimize nimetler veriyor. Vücudumuzu, aklımızı, hayalimizi, soluduğumuz havayı, içtiğimiz suyu, yediğimiz gıdayı yaratan hep O’dur. Bunları biz çalışarak kazanmadık, hak etmedik. O, sırf lütfundan dolayı bizlere ikram etmiştir.

Dünya hayatı kısa bir imtihandan ibaret... Az nimetlenen kul, birinci adam gibi isyan yolunu tutarak kendisine zulmedildiğini iddia ederse, edepsizlik etmiş olur ve ceza görür. Onun vazifesi, verilene şükretmektir.

Allah, her işinde adildir, asla zulmetmez. Musibetlere de bu açıdan bakmak gerekir. Belalar ya işlediğimiz bir hatanın sonucudur veya bizim için bir imtihan sorusudur. Bu soruya sabırla karşılık verdiğimiz takdirde derecemiz yükselecektir. 

Engelli kardeşimiz, ister ilâhî bir imtihan sonucu, isterse kendisi ve diğer insanların kusuru sebebiyle olsun bir musibetle karşılaştığında sabır ve metanet gösterir. Bu, sıkıntılarından kurtulmak için maddî ve manevî çarelere başvurur. Bilir ki tedavi olmak, dertlere çare aramak Allah ve Peygamberinin emridir. Yine inanır ki “musibet ancak Allah’ın izni ve takdiri ile olmuştur, O, izin vermeseydi olmazdı, bunda da bir hayır vardır diyerek” Allah’a sığındığında dert ve tasası hafifler ve şu ayet-i kerimeler dilinden dökülür:

قُل لَّن يُصِيبَنَا إِلاَّ مَا كَتَبَ اللّهُ لَنَا هُوَ مَوْلاَنَا وَعَلَى اللّهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ

De ki: Allah’ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez. O bizim mevlâmızdır. Onun için müminler yalnız Allah’a dayanıp güvensinler.” (Tevbe, 9/51)

  • Mü’min, Rabbinden evlat istediğinde Hz. İbrahim (a.s.) gibi hayırlısını ister. Şayet çocuğu olursa şükreder, çocuğu olmazsa sabreder. Rabbinin kendisi için her ne takdir ettiyse hayır olduğunu düşünür ve şu âyet-i kerimelere kulak verir.

لِلَّهِ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ يَخْلُقُ مَا يَشَاء يَهَبُ لِمَنْ يَشَاء إِنَاثًا وَيَهَبُ لِمَن يَشَاء الذُّكُورَ

Göklerin ve yerin egemenliği Allah’a aittir. O dilediğini yaratır; dilediğine kız çocukları bahşeder, dilediğine de erkek çocukları bahşeder.” (Şûrâ, 42/49)

أَوْ يُزَوِّجُهُمْ ذُكْرَانًا وَإِنَاثًا وَيَجْعَلُ مَن يَشَاء عَقِيمًا إِنَّهُ عَلِيمٌ قَدِيرٌ

 “Yahut erkek ve kız çocuklarını birlikte verir. Dilediğini de çocuksuz bırakır. Şüphesiz O her şeyi bilir, her şeye gücü yeter.” (Şûrâ, 42/50)

Mü’min, Rabbimizden evlat isterken halis bir şekilde ve neticeye kanaat ederek dua eder. Çünkü bazen istediğimiz bir şeyin hakkımızda hayırlı olmayacağını Allah bilir fakat biz bilemeyiz. Sonsuz rahmet sahibi Allah’ımız da istediğimiz şeyin hayırlı olmayacağını bildiğinden dolayı farklı bir şekilde kabul edebilir.

Hazreti Meryem validemizin doğma vaktinde annesi O’nu mescide adar. Ve O’nun erkek değil kız olduğunu görünce epey şaşırır ve üzülür.

إِذْ قَالَتِ امْرَأَةُ عِمْرَانَ رَبِّ إِنِّي نَذَرْتُ لَكَ مَا فِي بَطْنِي مُحَرَّرًا فَتَقَبَّلْ مِنِّي إِنَّكَ أَنتَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ

Hani, İmran’ın karısı, “Rabbim! Karnımdaki çocuğu sırf sana hizmet etmek üzere adadım. Benden kabul et. Şüphesiz sen hakkıyla işitensin, hakkıyla bilensin” demişti. (Âl-i İmrân, 3/35)

Âlimlerimiz bu durumu misal getirerek derler ki, Allah muhakkak yaptığımız duaları kabul eder. Bazen daha farklı ve daha güzel bir surette kabul eder.

Bazen de duaların dünyada hiç kabul edilmediği zannedilir; fakat cennette daha güzel bir şekilde kabul edilir. O halde Müslüman “çok dua ediyorum ama dualarım kabul olmuyor” dememelidir. Rabbine itimat etmelidir.

  • Şayet Rabbi evlat vermiş ve evladı vefat ederse,

 إِنَّا لِلّهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعونَ

Doğrusu biz Allah’a aitiz ve kuşkusuz O’na döneceğiz(Bakara, 2/156) der; verenin de alanın Allah olduğunu, ölümün ebedi ayrılık olmadığına bilir, ölümsüz, daima diri olan Allah’a sığınarak bu büyük tasası, kederi hafifler.

Milletimizin söylediği “Allah evlat acısı vermesin” sözü evlat acısına tahammülün ne kadar zor olduğunu ifade eden çok veciz bir sözdür.

  • Bir kutsi hadis-i şerifte evladı vefat edipte hamd eden kuluna Cenab-ı Hak şu müjdeyi haber vermiştir:

Bir kulun çocuğu öldüğü zaman Allah Teâlâ meleklerine:

- Kulumun çocuğunun ruhunu mu aldınız? buyurur.

Melekler: - Evet, derler.

Allah Teâlâ: - Kulumun gönül meyvesini (ciğerpâresini) (ثمَرَةَ فُؤَادِهِ) mi kopardınız? buyurur. Melekler: - Evet, derler. 

Allah Teâlâ: - Peki, kulum ne dedi? buyurur.

Melekler:- Sana hamd etti ve

 إِنَّا لِلّهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعونَ

Doğrusu biz Allah’a aidiz ve kuşkusuz O’na döneceğiz(Bakara, 2/156)

diye istircâ’da bulundu, derler.

Bunun üzerine Allah Teâlâ: - O halde kulum için cennette bir ev yapın ve adını da “hamd evi” koyun! buyurur. (Tirmizî, Cenâiz, 36)

  • Dinimiz, felâket ve musibetler karşısında hiç etkilenmemiş gibi davranılmasını asla istememektedir. Bu gayri tabiî bir davranıştır.

Mü’minin vefat eden evladından veya yakınından dolayı gözü yaşarır, kalbi hüzünlenir. İşte bu gözyaşı, Hz. Muhammed (s.a.v)’in ifadesiyle:

إِنَّهَا رَحْمَةٌ وَضَعَهَا اللَّهُ فِى قُلُوبِ مَنْ يَشَاءُ وَإِنَّمَا يَرْحَمُ اللَّهُ مِنْ عِبَادِهِ الرُّحَمَاءَ

Allah’ın, dilediği kullarının kalbine koyduğu merhamettir. (Buhârî, Eymân ve nüzûr, 9)

Ancak Müslüman, Rabbi’nin razı olmayacağı sözleri söylemez. İtidal dışına taşmaz, çığlık atarak, yaka-paça yırtarak, bağırıp çağırarak ağlamaz (niyâha-النِّيَاحَةُ).

Nevha veya niyâha2; çığlık atmak, feryâd ü figân etmek, “ah şöyle idi, vah böyle idi” diye yaygara koparmak demektir ve haramdır.

Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

لَيْسَ مِنَّا مَنْ ضَرَبَ الخُدُودَ ، وَشَقَّ الجُيُوبَ ، وَدَعَا بِدَعْوَى الْجَاهِليَّةِ

Ölenin arkasından yüzünü gözünü tırmalayan, yakasını paçasını yırtan, câhiliye insanı gibi bağıra - çağıra ağıt yakıp kendisine beddua eden, bizden, bizim yolumuzu izleyenlerden değildir. (Buhârî, Cenâiz, 36)

Enes (r.a.)’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah (s.a.v.), ruhunu teslim etmek üzere olan oğlu İbrahim’in yanına girince gözlerinden yaşlar boşanmaya başladı. Bunun üzerine Abdurrahman İbni Avf: - Ey Allah’ın Resûlü! Siz de mi ağlıyorsunuz?” diye sordu. Hz. Peygamber ona: - “Ey İbni Avf! Bu gördüğün gözyaşları rahmet ve şefkat eseridir” cevabını verdi. Sonra şunları ilave etti:

إِنَّ الْعَيْنَ تَدْمَعُ وَالقَلْبَ يَحْزَنُ ، وَلَا نَقُولُ إِلَّا مَا يُرضِي رَبَّنَا وَإِنَّا لِفِرَاقِكَ يَا إِبْرَاهِيمُ لَمَحْزُونُونَ

-“Göz yaşarır, kalp hüzünlenir. Biz ancak Rabbimiz’in razı olacağı sözleri söyleriz. Ey İbrahim! Seni kaybetmekten dolayı gerçekten üzgünüz.” (Buhârî, Cenâiz 43; Müslim, Fedâil, 62)

  • Dünya ve âhirette âfiyet, belâsız  ve sıkıntısız bir hayat istemek elbette en tabiî iştir. Ancak, kendi iradesi dışında düşmanla karşılaşan mü’min,  Müslümana yakışan bir tavır sergileyerek sonucun Allah’ın takdir ettiğinden başkasının olmayacağını inanarak sabır ve dua ile mücadelesini yapar. “Sefer bizden, zafer Allah’tandır” diyerek yola çıkar, kadere teslim olur, tevekkül eder ve hiçbir şeyden korkmaz.

Resûlullah (s.a.v.) bu hususta şöyle buyurmuştur:

يَا أَيُّهَا النَّاسُ لَا تَتَمنَّوا لِقَاءَ الْعَدُوِّ ، وَاسْأَلُوا اللَّهَ العَافِيَةَ ، فَإِذَا لَقِيتُمُوهُمْ فاصْبرُوا ، وَاعْلَمُوا أَنَّ الْجَنَّةَ تَحْتَ ظِلاَلِ السُّيُوفِ

Ey Müslümanlar! Düşmanla karşılaşmayı arzu etmeyiniz; Allahtan âfiyet dileyiniz. Fakat düşmanla karşılaşınca da sabrediniz ve biliniz ki, cennet kılıçların gölgesi altındadır” (Buhârî,Cihâd 112; Müslim, Cihâd, 20) buyurmuştur.

Meşhurdur ki, İslâm kahramanlarından ve Cengizhan’nın ordusunu defalarca mağlûp eden Celâleddin Harzemşah (1199-1231) harbe giderken, vezirleri ona demişler ki: “Sen muzaffer olacaksın, Cenâb-ı Hak seni galip edecek.”

Buna karşılık Celâleddin Harzemşah demiştir ki: “Ben Allah’ın emriyle cihad yolunda hareket etmeye vazifeliyim. Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmam. Muzaffer etmek veya mağlûp etmek O’nun vazifesidir.” diyerek Allah’a tam olarak tevekkül etmiştir.

İşte Celâleddin Harzemşah, düşmana karşı mücadelede gerekli tüm tedbirleri aldıktan sonra Allah’a karşı tam bir teslimiyet göstermiş ve çok defa Moğollara karşı muzaffer olmuştur.

  • İnsan için zenginlik ve fakirlik bir imtihandır ve Hz. Peygamber (s.a.v.), zenginliğin ve fakirliğin şerrinden Allah’a sığınmıştır.” (Ebû Dâvûd, Vitir, 32; Tirmizî, Daavât, 77)

Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de dilediğini zengin, dilediğini de fakir kılacağını haber vermekte ve bizim nasıl davranacağımızı görmek istemektedir:

أَوَلَمْ يَعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَن يَشَاء وَيَقْدِرُ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِّقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ

Bilmiyorlar mı ki Allah, rızkı dilediğine bol bol verir, dilediğinden de kısar. Şüphesiz bunda inanan bir kavim için ibretler vardır.” (Zümer, 39/52)

İşte Allah’a iman eden kişi, dünyanın imtihan yeri olduğunu düşünür, alın teriyle çalışır, helal harama dikkat eder, eline ancak Allah’ın dilediği kadarının geçebileceğini inanır, kaderine rıza gösterir, kaderine isyan etmez. Kaybettiğine gam çekmez. Geçmişte kaçırdığı fırsatlara “ah!” etmez. “Şöyle olsaydı böyle olmazdı!” veya “Böyle olmasaydı şöyle olurdu!” gibi lâfların ruha sıkıntı vermekten öte bir fayda sağlamadığını bilir. Mazinin yükünü sırtından atar. Allah’a güvenerek istikbale doğru yol almaya koyulur, huzur bulur! ve

Hz. Peygamber (s.a.v.) gibi Cenâb-ı Hakka şöyle niyaz eder:

اَللَّهمَّ اكْفِنيِ بِحَلَالِكَ عَنْ حَرَامِكَ ، وَاغْنِنِي بِفَضْلِكَ عَمَّنْ سِوَاكَ

Allah’ım! Bana helâl rızık nasip ederek haramlardan koru! Lütfunla beni senden başkasına muhtaç etme!” (Tirmizî, Daavât 111; R.s, 1489. Ali (r.a.)’den)

Varlıklı mü’min ise, mal veya makamından dolayı kibre kapılmaz, ihtiyaç sahibi kardeşini öylece terk etmez. Allah’ın verdiği bu nimet ve imkânları Hz. Dâvûd ve Süleyman (a.s.) gibi şükre ve Allah’ın kullarına hizmet etmeye vesile kılar. Etrafında özellikle iffetinden dolayı isteyemeyen insanları arar, bulur, onların hayır dualarını almaya çalışır. Bu ağır dünya imtihanını mü’min kardeşiyle başarmaya çalışır. Bu davranışıyla da yardım ettiği kardeşiyle arasındaki sevgi, saygı ve merhamet bağları kuvvetlenir ve ikisi de bu sayede huzur bulur.

  • Kadere iman, insan ruhunu dünya kadar ağır yüklerden de kurtarır.

İnsanın arzuları, ideal ve hedefleri sonsuzdur. Kudret, irade ve hürriyeti ise sınırlıdır. Arzu ve düşüncelerinin bazen binde birini bile gerçekleştirmeye gücü yetmez. Bu durumda insanın gerçekleşmeyen arzu, düşünce ve hedefleri onu manen baskı altında tutar, ruhunu sıkıntı verir, ümitsizliğe düşecekken bütün ihtiyaçlarını giderebilecek nihayetsiz bir kudret ve ilmi her şeye kuşatan Rabbinin şu ayetleriyle teselli bulur:

 وَمَن يَتَّقِ اللَّهَ يَجْعَل لَّهُ مَخْرَجًا

Kim Allah’tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder.” 

وَيَرْزُقْهُ مِنْ حَيْثُ لَا يَحْتَسِبُ وَمَن يَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ فَهُوَ حَسْبُهُ إِنَّ اللَّهَ بَالِغُ أَمْرِهِ قَدْ جَعَلَ اللَّهُ لِكُلِّ شَيْءٍ قَدْرًا

Onu beklemediği yerden rızıklandırır. Kim Allah’a tevekkül ederse, O kendisine yeter. Şüphesiz Allah, emrini yerine getirendir. Allah, her şeye bir ölçü koymuştur.” (Talak, 65/2)

İşte kadere iman, bu durumdaki bir insanın en büyük teselli kaynağı, ümit ışığı, üzerindeki ağırlıkları yükleyebileceği metin bir dayanak noktasıdır.

Bu misalleri çoğaltmak mümkündür.

  • Sohbetimizi, Allah Resûlü (s.a.v.)’in Abdullah b. Abbâs (r.a.)’ye verdiği nasihati hatırlayarak bitirelim:

يَا غُلَامُ إِنِّي أُعَلِّمُكَ كَلِمَاتٍ : اِحْفَظِ اللَّهَ يَحْفَظْكَ  اِحْفَظِ اللَّهَ تَجِدْهُ تُجَاهَكَ ، إِذَا سَأَلْتَ فَاسْأَلُ اللَّهَ ، وَإِذَا اسْتَعَنْتَ فَاسْتَعِنْ بِاللَّهِ ، وَاعْلَمْ : أَنَّ الْأُمَّةَ لَوْ اجتَمَعَتْ عَلَى أَنْ يَنْفعُوكَ بِشَيْءٍ ، لَمْ يَنْفعُوكَ إِلاَّ بِشَيْءٍ قَدْ كَتَبَهُ اللَّهُ لَكَ ، وَإِنِ اجْتَمَعُوا عَلَى أَنْ يَضُرُّوكَ بِشَيْءٍ ، لَمْ يَضُرُّوكَ إِلاَّ بَشَيْءٍ قَدْ كَتَبَهُ اللَّه عَلَيْكَ ، رُفِعَتِ الْأقْلَامُ ، وَجَفَّتِ الصُّحُفُ

Delikanlı! Sana bazı şeyler öğreteceğim. Allah’ı gözet ki Allah da seni gözetsin. Allah’ı gözet ki Allah’ı (daima) yanında bulasın. Bir şey istediğinde Allah’tan iste! Yardıma muhtaç olduğunda Allah’tan yardım dile! Şunu bil ki bütün insanlar sana fayda vermek için toplansa Allah’ın takdiri dışında sana fayda veremezler. Ve yine bütün insanlar sana zarar vermek için toplansa Allah’ın takdiri dışında sana hiçbir şeyde zarar veremezler. Bu konuda kalemler kaldırılmış (karar verilmiş), sayfalar kurumuştur (hüküm kesinleşmiştir).” (İbn Hanbel, I, 293; Tirmizî, Sıfatü’l-kıyâme, 59)

İstiklal şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un (1873-1936) ifadesiyle:

Allâh’a güven, sa’ye sarıl, hikmete râm ol

Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol

Evet, “ مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ

Kadere iman eden, kederden emin olur.” (Münavî, Feyzu’l-Kadîr 3:187)

Rabbimiz kadere iman eden ve bu iman ile birlikte ameli, duayı, rızık peşinde koşmayı ihmal etmeyen kullardan eylesin.

VAAZI İNDİR

Mehmet ABAY  /  Hendek Vaizi

Facebook Yorumları