menu
KIRAAT, TEFEKKÜR VE HAYAT ÜZERİNE
KIRAAT, TEFEKKÜR VE HAYAT ÜZERİNE
Dilin okuması; kıraat, aklın okuması; tefekkür, kalbin okuması; hayattır.

Kıraat, Tefekkür ve Hayat Üzerine

Rabbimizin bizlerin huzur ve selameti için sunduğu iki güzel nimeti olan vahiy ve kâinat kitabını tefekkür, tezekkür etmeye her geçen gün ihtiyacımızın arttığı gün gibi ortadayken, söze okumayı emreden ve kalemi kullanmayı öğreten Rabbimizi hatırlatan ilk ayetlerin mülahazasından mı? okumaları güzelleştirmenin öneminden mi? hayatın anlamından mı başlamalı?

Kovulmuş şeytandan, Rahman ve Rahim olan Allah (c.c.)’a sığınmayla ve “Yaratan Rabbinin adıyla oku” (Alak /1) diye başlayan ilk ayetle dünya yolculuğumuzda her türlü okuyuşumuzu Allah için, Allah’la beraber yapmamız gerektiğini öğretir Rabbimiz bizlere…

Dilin okuması; kıraat, aklın okuması; tefekkür, kalbin okuması; hayattır. Bütün mesele, birbirini tamamlayan kıraat, tefekkür ve hayatı, hayatın içinde geçmişiyle, şimdisiyle, geleceğiyle bir bütün olarak insanı ve insanın kendisini okumasını güzel yapabilmesinde… Biri ihmal edilip, denge bozulduğunda maddi ve manevi hayatımızda bir ilerleme gerçekleşmiyor ne yazık ki... Oysaki bizim dinimiz namazlarımızda ve dualarımızda “Rabbena Atina” duasıyla da her daim dilimize pelesenk ettiğimiz gibi hem dünyamızı, hem de öbür dünyamızı güzelleştirmek için indirilmiş bir dindir.

Yüce Allah’ın insanlara duyduğu şefkat ve merhametin en büyük tecellisi bir hayat kılavuzu olmak üzere kitap indirmiş olmasıdır. Hayatın anlamı, en yüce kitapta gizlidir. İnsanoğlunun keşfettiği ilimler, teknoloji, keşifler, eski antik kentler, icatlar, sahih bilgiler, doğru düşünceler, tarih, dil, sanat, edebiyat vb. Hepsi Rabbimizin indirdiği vahyin içinde bir bütün olarak bulunmaktadır. Bütün kitaplar, okumalar bir kitabı daha iyi anlamak için değil de nedir? Bu da ancak insanın Rabbini, kendisini, çevresini, daha iyi tanıması, anlaması, okuması ve daha iyi irtibat kurabilmesiyle mümkündür. İnsan kim olduğunu, nereden gelip, nereye yolculuk yaptığını ve şu an nerede, ne işle meşgul olduğunu, anlayabilse dünya hayatını anlamlandırması tabi ki de daha başka olacaktır. Bütün çabasının ve hayat hikayesinin, neticede tarihe malzeme olmaktan öteye geçemeyeceğini ve unutulup gideceğini ancak yaptığı iyiliklerle gönüllerde, dillerde yaşayabileceğini keşke bilebilseydi...

Bir yerlerde okuduğum “İnsanoğlu daru’l bekaya göçtüğünde bu kadar çabuk unutulacağını bilseydi, insanları değil, Rabbini memnun etmeye daha çok gayret ederdi” sözü beni derinden etkilemiştir. İnsanoğlu, idrak edebildiği kadar eşref- i mahlûkat olabileceğini keşke bilebilseydi... İnsan dünyayı imar etmekle vazifeli bir halifedir. Kendini imar edemeyenin kâinatı imar etmesi düşünülemez. İnsan önce kendi arzının imarından sorumludur. İnsanın arzı ise kalbidir. İnsanoğlu kalbini nefsin arzularından temizleyip iman, meveddet ve merhametle donattığında ancak çoğu kez yüreklerde yozlaşmanın sonucu olarak ortaya çıkan yeryüzündeki denge bozuklukların, çölleşmelerin ve dünyanın pek çok yerindeki savaş, açlık, susuzluk, mültecilik vb. problemlerin önüne geçilebilir.

Kalemle yazmayı öğreten Rabbin ifadesinden yola çıkarak kitaplarla dost olmayı bilmek kadar önemli kalemi, kâğıtla buluşturmak, yazıyla konuşmak, üzerinde düşünmek, düşünceye bir de dışardan bakabilmek... Yaşanan duyguları, hayatları, fikirleri, düşünceleri kalıcı ve hatırlatıcı kılmak... Söz uçar, gider, yazı baki kalır misali… Hakikati bulmak için indirilen kitaplar, kaleme edilen yemin... “Oku! Kalemle (yazmayı) öğreten, insana bilmediğini bildiren Rabbin sonsuz kerem sahibidir” (Alak /3-5) hitabı... İnsan hem bir kitaptır Rabbinin yazdığı, hem de kitabını yazandır, hem yazılan, hem yazan…

İnsan kitaplarda başkalarına yüklenen misyonda bazen kendisini buluverir, bazen de başkalarını… Yazan ve okuyan hem kendisine, hem de başkasına ayna olur. Herkesten sakladığı deruni ve girift dünyasını, hayallerini, korkularını, ümitlerini önüne koyup seyreyler dışarıdan şöyle bir… Bazen onlarla beraber düşünür, bazen onlardan ayrı düşünür, her sese kulak verir, her düşünceye saygı duymaya çalışır. Onlarla diyalog içindedir, sabırla dinler, titizce araştırır, anlamaya gayret eder, dost olur.

Bazılarına göre kitaplarda yaşayan iyi insanlar: düşünceleriyle, duygularıyla, insanın her zaman kılavuzu, arkadaşı, dert ortağı oluverir gerçek hayattan ziyade… Habil gibi, Hz. Lokman gibi, Hz. Yakup gibi, Hz. Eyüp gibi… Kötü insanlarda alınacak ibretlik bir ders oluverir insana… Zira her insan bütün hataları, günahları, sınavları yaşayacak kadar uzun kalmaz hayatta… Firavun gibi, Nemrut gibi, Karun gibi, Ebu Leheb gibi…

Anlam- değer sabitelerini kaybetmiş, milli ve manevi değerleri örselenmiş bir toplumda kitaptaki şahsiyetlerle sohbet etmek bir hayli iyi gelir insana… Bir yol bulur içindeki duruma… Fırtınada iliklerine kadar ıslanıp tir tir titredikten sonra, gürül gürül yanan ve muhtemelen üzerinde aş ve çayın da olduğu gönlü ve bedeni ısıtan bir ocak başının yanında oturmak gibi sanki bir kitabın yanına oturuverir, tutuverir kitabın elinden… Kitap yurdu, sığınağı inziva yeri oluverir insanın… Bu arada hâlbuki insan, insanın yurdu değil miydi? Ne ara bu emaneti unutuverdik? Hep kendimize yurt mu aradık? Yurt olmayı mı düşünemedik?

Kitabını oku! Bugün hesap sorucu olarak sen kendine yetersin (İsra / 14) ayeti, hayat kitabımızı yazarken her yaptığımız amele Allah’ın adını anarak ve rızasını gözeterek başlamaya ve bitirmeye gayret etmenin ötesinde, yaptıklarımızın ve söylediklerimizin kayda alındığının ve kendi kitabımızı yazdığımızın, sonra da eserimizi okuyacağımızın bilincinde olmamız gerektiğini düşündürür... Allah’ın kitabını güzelce okuyanın-anlayanın kendi kitabı da güzel olacaktır elbette…

Mü’ minin hali ne hoştur! Her hali kendisi için hayırlıdır ve bu durum yalnızca mü ‘mine mahsustur. Başına güzel bir iş geldiğinde şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir musibet geldiğinde sabreder; bu da onun için hayır olur. (Müslim, Züht, 64) sözü yetişir zihnimize, kalbimize…

İnsanın kendinden başkasını gör(e) mediği şu dünyada başımızı biraz da gökyüzüne çevirelim öyleyse... Derin bir nefes alıp göğe bakalım mesela... Gök ve yer, hep vaktini bekler” der, Kemal Sayar. Rablerinin verdiği görevi harfiyyen yerine getirir ve mucizeler gözlerimizin, kulaklarımızın, ellerimizin, ağzımızın, burnumuzun dibinde gerçekleşir. Gözümüzle “basar” olanın basiretini, kulağımızla “semi” olanın esmasının tecellilerini yakalamaya çabaladıkça huzur dolarız… Görebildiğimizce, duyabildiğimizce kalbimizden idrak yolları açılır Rabbe doğru… Gökyüzü yüklendiği yükünü yeryüzüne yavaş yavaş rahmet olarak dökerken, Rabbinin nimetlerini bereket, huzur, rızık olarak sunduğu bir tabla vazifesiyle insana, hayvana ve nebata kavuşturur yeryüzü de... Ve gökyüzü, yükünü, kar, yağmur ve dolu motiflerinin farklılığıyla, özgür, birbirine yakın fakat sınırlarını bilerek, meleklerin refakatinde fakat birbirinin yoluna göz dikmeden, sükûnet ve vakarla salıverir yukarıdan ve yeryüzü kucaklar rahmetle gelenleri, bazen cenneti anımsatan yeşil çiçekli elbisesiyle bazen de ölümü anımsatan cepsiz ak elbisesiyle… Tevazunun asıl yurdu olan toprağa bir de sadelik, saflık, arınmışlık eklenir böylelikle... Setreyler üzerindeki çirkinlikleri, farklılıkları hemhal olur kâinat hakikatle, doğallıkla...

İnsanın asıl vatanı olan toprağa kavuşma macerasında güzel bir temsili tiyatrodur bunlar aslında… Kış mevsimi, bütün dinginliğiyle toprağa baktığımızda ölümü hatırlatır bizlere ve ölümün bir yok oluş olmadığını o cansız, hareketsiz, donuk toprak, üzerindeki çimenler, papatyalar, sarıçiçekler, arıların bal toplamayı sevdiği küçük pembe ballı çiçekler, ağaçlar, böcekler çok şeyler anlatır bizlere…

Hayat yeryüzünden ibaret değil, kaldırın birazda başınızı dünya meşgalelerinizden diyen, Allah'ın mübarek kuşları iyi ki geldiniz hayatımıza… İtina ve özenle birlikte şaşaalı ve görkemli uçuşlar yapıp, havada kavisler çizerken, insanların yeryüzünde sarf ettikleri gereksiz ve faydasız söz ve işlerden, kendini ve haddini bilmezlerin safsatalarından gözlerin, düşüncelerin, dilin ve en önemlisi de kalbin, seni hayretlere düşürsün, kulları yaratan bir Rableri olduğunu, onun büyüklüğünü, merhametini, adaletini hatırlasın diye elinden gelen bütün hünerleri sergileyerek insanın odak noktasını yeryüzünden gökyüzüne çekebilmek ve bu arada yardımlaşma ve dayanışma dersi vermek ve en önemlisi Rabbi cemaatle tesbih edip, zikretmek… Birlikte, beraberce…

Fesuphanallah! Kim bilir hangi sıcak diyara göçüyorlar hep birlikte? Gökyüzünde Allah’ın emrine boyun eğerek uçan kuşları görmüyorlar mı? Onları gökte ancak Allah tutar. Şüphesiz bunda inanan bir toplum için ibretler vardır.( Nahl /79) ayeti gelir hemen aklımıza... Ne muazzam bir gösteri… Bugün bizim payımıza düşen hal diliyle biz de varız bu âlemde “Rabbimizin ayetlerinden bir ayetiz” diyen yukarıdaki ayeti canlı tefsir dersine çeviren kuşların muhteşem gösterisine hayretle seyirci olan bir ilim talebesi olabilmek… Kim bilir zihni ve ameli anlamda kendimize ve çevremize fayda sağlamayan beyhude harcadığımız zamanlardan ve insanları memnun etme ve onaylanma çabalarımızdan dolayı neleri, hangi cümbüşleri, hangi Rabbani mesajları kaçırıyoruz hayatta? Yoksa göğüs kafesimizin içindeki can kuşumuzun içine sığmayan feveranların sebebi bu mu? Ey Kuşlar! En ihtiyacım olan bir günde, iyi ki hünerlerinizi bana gösterdiniz ve dikkatimi yukarılara çekmeyi başardınız ve kalbimin dehlizlerinde hapsettiğimi fark ettiğim, azat edilmeyi bekleyen kuşlarımı da sizinle birlikte olsunlar diye salıverme fırsatını bana lütfettiniz. Hayatta tesadüf diye bir şey yoktur... Her şey bir plan, program dâhilinde, birçok muktezayı hikmet taşımaktadır… Her şey bir tevafuktan ibarettir…

Demek ki böyle durumlardan dolayı “Kur'an onu okuyanların kalbine daima sefer etmektedir.” diyor, Muhyiddin İbn-i Arabi… Hayatın, günün, anın hakkını verebiliyor muyuz? İbnu'l- vakt olabiliyor muyuz? Sorumlu olduğumuz hayatın, şu anın hakkını verebiliyor muyuz? Anın, günün hakkını verenin ömrü uzun, bereketli olur. Gökyüzünde kuş misali uçarken bulutları seyredebilmek, balık gibi yüzerken suyun derinliklerindeki harikulade bir âlemin üstünde olduğunu idrak etmek ve belki de çok az kişiye ayak basmanın nasip olduğu fıtratı bozulmamış, bakir, vadi, dağ ve dereleri ziyaret etmek te bizim tefekkür sebebimiz… Hiç bir çiçekçide bulamayacağımız fıtratı bozulmamış envaı renkteki güzellikle özenle bezenmiş aynı topraktan çıkan farklı farklı, Allah (c.c.) boyasıyla boyanmış, her boydan çiçekleri, bitkileri, ağaçları ve çobanının sözünden çıkmayan yeşilliğe yayılan sürüleri, yeni doğmuş kuzucukların ve anne koyunların mahşeri kalabalıkta birbirlerini şaşırmadan bulabilecek sevki ilahi ile yaratılmalarını temaşa ederken hayat yolculuğumuzda kalbimiz imanla dolar… Her bir yaratılanın kesinlikle boş yere yaratılmadığını ve tabiatı bu güzel renklerle, ihtimam ve düzenle boyayanın, dağları çeşit çeşit dizenin, ağaçları, hayvanları farklı farklı ve hizmete mebni kılanın kudret ve azametini daha iyi okuma - anlama fırsatı buluruz. Karıncaları, arıları her iki kitaptan okuduğumuzda rızıklar bukur vaktinde bolca dağıtılır gaflet uykusuna dalmayanın maddi- manevi kesesine dersini alırız hissemize… Ve insan için ancak çalıştığı kadarı vardır. (Necm /39) ayeti gelir hemen aklımıza...

Yaptığımız işte, söylediğimiz sözde, ihsan- ihlas kavramını yakalayabilsek, ehil, emin bir kişi olup ne iş yaparsak yapalım en güzelini yapabilsek, sevebilsek işimizi, eşimizi, arkadaşımızı, akrabalarımızı, komşularımızı, birbirimizi, sınırlarımızı bilebilsek, kendimizi bilmiş ve kendimize vakit ayırmış, olur muyuz?

Fakat insanoğlu hep meşgul, hatta öyle ki kendini tanımaya, çevresini tanımaya, bunları yaratanı bilmeye -dinlemeye vakit bulamayacak kadar hep işgal edilmiş durumda... Bu da ne demek ola ki öyle şimdi? İçerisinde ister, istemez bulunmak zorunda olduğumuz modern hayat ve onun oluşturduğu yenidünya düzeni lüzumsuz meşgul ederek işgal ediyor insanın elini, dilini, kulağını, gözünü, zihnini en önemlisi de kalbini… Ve tabi ki de vaktini, sevgisini, emeğini, umudunu, hayrını çalıyor… Düşünmesine, sorgulamasına, kendi içine yönelmesine, kalbini dinlemesine, kendini aramasına, kendini bulmasına izin vermiyor; çünkü insanın düşünmesini istemiyor sadece mutlak itaatini istiyor. Hayatımızın hızını, hazını tayin edebiliyor, yeri geldiğinde duraklayıp bütün duygularımızla ve düşüncelerimizle bir ânın içine güzel salih bir işle gömülebiliyorsak bugün ve bugünün bir bölümünde ne mutlu bizlere! Zamanın bizi taşkın bir sel gibi sürüklemesini istemiyorsak, arada duralım, yavaşlayalım… Güzel niyetlerimizden, tefekkürümüzden, imani bir kalple salih amele varalım. Kötülükleri bitiremeyiz ama iyilikleri artırabiliriz der, Sezai Karakoç. Evet, biraz da dinginleşip kendimize iyilik yapalım, kendimize çalışalım… Kim ki, zerre miktarı iyilik yaparsa kendine yapmış olur, kim ki, zerre miktarı kötülük yaparsa yine kendine yapmış olur (Zilzal,7/8) ayeti gelir aklımıza. Herkes gülünü, lalesini, zambağını kendi götürür kucağında cennetine ve yine herkes odununu, ateşini, zemheri soğuğunu, canlı kâbusunu kendi götürür cehennemine... Karşılıksız, ihlâsla yaptığımız iyilikler, yaptığımız kişiden önce Rabbimize ulaşır ve karşılığını Rabbimiz verir bize fazlasıyla ve Rabbimiz işlerimizi üstleniverir. “ Allah, salih kullarının işlerini üstleniverir”(A ’raf /196) ayeti gelir hemen aklımıza... İnsanların çoğu, anlamadığı şeye düşmanlık yapmak ile bilmediği şeyleri kötülemekte son derece acelecidir, der, İbn Hazm.

İnsanoğlu, her varlığın bütünüyle dünyada var edilmesinin sebebi hikmetleri olduğunu, içinde ne faydalar taşıdığını güzelce okuyabilse, yazabilse kendi kitabını hayırla, tahkiki imanın meyvesi olan salih amellerle… Kâinatı ve kâinatı içinde derç eden, zübde- i âlem olan insanoğlu okumayı ve bu okumayı Allah’ın vahiy ve kâinat kitabını birlikte okuyarak yapabilse, muhakkak ki, daha şerefli bir insan olurdu. Yunus’un dilinde bu durum “ İlim ilim bilmektir, ilim kendini bilmektir, sen kendini bilmezsen ya nice okumaktır” a dönüşüverir…

Öyleyse; İnsanın okumaya kendi bedensel ve ruhsal yapısını okumasıyla başlaması, küçücük bir su ve kandamlasından oluştuğunu hatırında tutması, mütevazı olması, modern dünya düzeninin insana dayatarak empoze ettiği bencillik ve kibir hastalığına karşı durmaya çabalaması, Yüce Rabbinin büyüklüğünü hatırlaması, kâinata, kendisine ve vahiy kitabına büyük ve derin bir tefekküri bakışla bakması, kendi acziyetini ve sorumluluklarını, yüklendiği onca emaneti, yaratılışının asıl gayesini fark edebilmesi insan için en büyük görev ve dolayısıyla da en büyük şeref değil de nedir?

Hatice KURT /Sakarya İl Müftülüğü Adrb Vaizi

Facebook Yorumları