menu
ASHAB'UL KARYE VE HABİB-İ NECCAR
ASHAB'UL KARYE VE HABİB-İ NECCAR
Haftanın Vaazı.. 19.04.2024 tarihli "Ashab’ul Karye ve Habib-i Neccar" konulu Haftanın Vaazı sitemize yüklenmiştir.

Ashab’ul Karye ve Habib-i Neccar

وَجَٓاءَ مِنْ اَقْصَا الْمَد۪ينَةِ رَجُلٌ يَسْعٰى قَالَ يَا قَوْمِ اتَّبِعُوا الْمُرْسَل۪ينَۙ

Şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi ve şöyle dedi: “Ey kavmim! Bu elçilere uyun. (Yasin Süresi;20)

Değerli Müminler, Muhterem Kardeşlerim,

     Yüce Rabbimiz, kendisine kulluk etmesi için yarattığı insanoğlunu yeryüzüne gönderdikten sonra başıboş bırakmamış, Hz. Adem’den peygamber efendimize kadar her insan topluluğuna hidayet yolunu gösterecek nebiler göndermiş ve ilahi mesajlar inzal etmiştir. Resuller, Allah’tan aldıkları mesajları insanlara iletmekle birlikte vahyi bizzat kendi hayatlarında tatbik ederek insanlığa ‘Allah’ın razı olacağı bir hayat nasıl yaşanır’ onu göstermişlerdir. İslam dini, fikri ideolojiler gibi ayakları yere basmayan bir teori değil, bireyin ve toplumun pratik hayatını ıslah edip dönüştürebilme potansiyeline sahip ilahi kanunlar bütünüdür. Kur’an’ı kerim, dini en üst düzeyde yaşamış örnek şahsiyetlerin gerçek hikâyeleriyle doludur. Rabbimiz Kur’an’ın yaklaşık üçte birini ihtiva eden yaşanmış peygamber kıssalarını anlatarak bizleri eğitmeyi murat ediyor. Dikkat edildiğinde görülecektir ki, geçmiş ümmetlerin yaşantılarından kesitler ve salih insanların hayatlarından anlatılan enstantaneler, tarihin her döneminde bir kulun başına gelebilecek prototipler mesabesindedir. İffet mücadelesi veren her genç Yusuf (a.s)’ı, dürüst ticaret yapmak isteyen her tacir Şuayb (a.s)’ı, hastalık gibi musibetlerle düçar olmuş her mustarip  Eyyüb (a.s)’ı, güç ve kudretini hakkı tutup kaldırmak için kullanmak isteyen her muktedir Davud ve Süleyman (a.s)’ı kendilerine örnek alabilir. Yine bütün peygamber kıssaları tevhit eksenli bir imanın nasıl olması gerektiğini, sapıklık, cahillik, zorbalık ve zulümlerle nasıl mücadele edilmesi gerektiğini yaşantılarıyla bizlere göstermişlerdir.  

Değerli Kardeşlerim,

     Kur’an’da zikredilen kıssalar bizlere tarihi malumat olsun diye değil, ibret almamız için anlatılmaktadır.  –ki zaten Kur’an da bir tarih kitabı değildir- Rabbimiz ayeti kerime anlatılan hadiseleri hangi nazarla okumamız gerektiğini de bizlere gösterir.

اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَعِبْرَةً لِمَنْ يَخْشٰى۟

Şüphesiz bunda Allah’tan sakınıp korkan kimseler için büyük bir ibret vardır, (Naziat Süresi;26)

buyurarak, bizleri tarihi tekerrür ettirmemek için tarihten ders almaya yöneltir. Malumdur ki, aynı hataya düşmek akıllı insan işi değildir. İşte kendimize hisse çıkarabileceğimiz kıssalardan biri de bugün anlatacağımız ‘Ashab’ul Karye ve Habib-i Neccar’ kıssasıdır. Rabbimiz bu kıssada bizlere, yolunu kaybedip azgınlaşmış bir kavme gönderilen üç peygamberin mücadelesini ve onlara destek vermek uğruna her şeyi göze alan yiğit bir adamın hikayesini anlatır.  Kur’an’ın kalbi mesabesinde olan yasin süresinde geçen bu kıssa, efendimize bir emirle başlıyor. 

وَاضْرِبْ لَهُمْ مَثَلًا اَصْحَابَ الْقَرْيَةِۢ اِذْ جَٓاءَهَا الْمُرْسَلُونَۚ                                                                     (Ey Muhammed!) Onlara, o memleket halkını örnek ver. Hani oraya elçiler gelmişti. (Yasin Süresi;13)

     Rabbimiz, elçileri hangi şehre gönderdiği, gönderdiği elçilerin isimleri, şehre nasıl vardıkları ve yolda nelerde karşılaştıkları, kasaba halkıyla aralarında geçen olayların detayları, inananların ne kadar olduğu ve elçilerin akıbetlerinin ne olduğu gibi ayrıntı bilgiler vermez. Rabbimiz, Kur’an’ın muhatabı olan bizleri, odaklanmamız gereken hayati bilgi ve manaları yöneltir. Kıssanın anlatıldığı pasajdan anlaşılıyor ki, ‘Karye ashabı’ Allah’ın yaratıcı olduğuna inanan ama bunun yanında Allah’ın dışındaki varlıkları da ilah edinen müşrik bir kavim idi. Rabbimiz onlara önce tek olan Allah’ı tanıtacak iki peygamber gönderdi. ‘Karye ashabı’ onları yalanlayınca da, (yani şirk hastalığı artık tedavisi zor bir hale gelmeye başlayınca) uyarısını, hak yoldan sapmış bu azgın kavmi gönderdiği üçüncü bir peygamberle kuvvetlendirdi. 

     Allah, her bir insana hayatı boyunca hidayeti bulabileceği sayısız fırsatlar lütfeder. İnsan, bazen yaşadığı bir olayla, bazen aklını meşgul eden bir fikirle, bazen kendisine verilen bir öğütle bütün hayatını değiştirebilir. Gerçeği bulmaya azmetmiş bir kul için, başta aklı olmak üzere, vicdanı,  fıtri yönelimleri ve Rabbimizin kainata serpiştirilmiş sonsuz ilahi tecellileri birer pusuladır. Hidayete götüren yol tabelalarıdır. Ama gelin görün ki, tabelayı okuması bilmeyen ya da yolu kendi bulacağını zannedenler hakikat menziline ulaşamıyorlar. Şeytanın dünyayı süslü gösteren vesveseleri ve Nefsinin hazza düşkün dürtüleri insanın gözüne perde inmesine ve yolunu şaşırmasına sebep oluyor. İşte şirk üzerine kurdukları çarpık düzenlerinin bozularak keyiflerinin kaçmasını istemeyen ‘Karye Ashabı’ da bu körlerdendi. Yollarını aydınlatmak için gelen elçileri yalanladılar, adeta onların ellerindeki meşaleyi söndürme yarışına girdiler. Önceki devirlerdeki kavimler gibi yalanlamalarına gerekçeler uydurmakta da geri kalmadılar. Rabbimiz haber veriyor, 

قَالُوا مَٓا اَنْتُمْ اِلَّا بَشَرٌ مِثْلُنَاۙ وَمَٓا اَنْزَلَ الرَّحْمٰنُ مِنْ شَيْءٍۙ اِنْ اَنْتُمْ اِلَّا تَكْذِبُونَ                                               Onlar şöyle dediler: ‘Siz de ancak bizim gibi insansınız. Rahmân, hiçbir şey indirmemiştir. Siz sadece yalan söylüyorsunuz.’ (Yasin Süresi;15) 

    Batıl üzerine kurulu bir düzende yaşayanlar ve ondan beslenenler yaşantılarını eleştirenleri hazmedemezler. Ahiretini düşünmeden kendini dünya hayatının zevkine kaptırmış bir adam, kendisine ölümün hatırlatılmasından rahatsızlık duyar çünkü ölüm demek onun için ahiret demek, hesap demek, azap demek… Yasaları çiğneyen biri, polisi sevmez, ondan kaçar. Günah bataklığına batmış olan biri, zamanla kendi günahını savunmaya hatta kendini kınayanları kınar hale gelir. İşte ‘Karye Ashabı’ da kendilerine devamlı yaptıklarının yanlış olduğunu söyleyen bu elçilerden rahatsız olup onları saf dışı etmeye çalıştılar. Mesajın etkisini azaltmak için onu getiren elçileri hedef alırlar, onları basit göstermek için ‘siz de insansınız, sizinle bizim aramızda bir fark yok’ dediler. Bu ne saçma bir yalanlama kılıfıdır. Ya ne bekliyorlardı. Elbette ki, insanın örnek alabileceği peygamberin insan icap eder. İnsan kendi cinsinden olmayan bir varlığı nasıl örnek alacaktır. İnsan gibi yiyip içmeyen, hastalanmayan, sıkıntı çekmeyen, iradesi olmayan bir melek, dünya imtihanında insana doğru davranış modelini nasıl sunacak? Akıl, bunu kabul etmez. 

     Müşriklerin inkar için kullandıkları bu bakış hastalığının izdüşümlerini maalesef sosyal ilişkilerimizde de görüyoruz. Bir patron harama el uzattı diye kendisini ikaz eden işçisini, bir yönetici zulme meyletti diye kendisine doğruyu gösteren tebaasını ya da bir baba yalan konuştu diye kendisini kınayan evladını sırf konumlarından dolayı tahfif edebiliyor. Nihayetinde, basite indirgediği kişinin sözünü etkisizleştiriyor. Unutmayalım, hakikat kimden ve nasıl gelirse gelsin kendi izzetinden bir şey kaybetmez.

     ‘Karye Ashabı’nın elçileri inkar için kullandıkları diğer bir mazeret ise Allah’ın bir şey indirmemiş olduğu zannıdır. Yarattığı kulun hayatına müdahil olmayan bir ilah olabilir mi? Asıl abes olan Yaratıcının yarattıktan sonra insanı başıboş bırakmasıdır. Bir usta bile meydana getirdiği eserinin zayi olmasını istemez, ona bakar, onu muhafaza eder, Allah’ın halife olarak sahaya sürdüğü insanı irşat etmemesi nasıl düşünülebilir. Günümüzde buna benzer felsefi olarak son derece temelsiz bir akım da var. Deizm akımı. Zihni bozukların günahlarını rahatsızlık duymadan işlemek, hesap gününün kişiyi kontrollü olmaya yönelten baskısından kurtulmak için uydurdukları bir herzedir bu. ‘Karye Ashab’ı da rahmanın bir şey indirmediğini ifade ederek peygamberlik müessesesini yok saymışlar, hayatlarını düzenleyici ilahi bir hükmün varlığını kabul etmemişlerdir. 

Değerli Kardeşlerim,

     Gönderilen elçiler inkarcıların yalanlamalarına karşısında geri adım atmamışlar kendilerinin Allah’ın elçisi olduklarını ve sadece ilahi mesajları tebliğ etmekle mükellef olduklarını her fırsatta dile getirmişlerdir. 

وَمَا عَلَيْنَٓا اِلَّا الْبَلَاغُ الْمُب۪ينُ                                                                                          Bize düşen ancak apaçık bir tebliğdir. (Yasin Süresi;17)

     Zaten davetçinin görevi anlatmaktır, tesirini halk edecek Allah’tır.. Tohum ekmektir, yeşertecek olan Allah’tır.. Yolu göstermektir, hidayete ulaştıracak Allah’tır. Yapılan ilahi tebliğ, akla – mantığa – fıtrata mugayir değil ki insan onunla mücadele edebilsin. Eğer bir kalp önyargılı değilse yarattığını en iyi bilen yaratanının verdiği hükmün cazibesine bigane kalamaz. O yüzden cihat, evvela vahyin duyulmasını zorlaştıran engelleri kaldırmakla başlar. Elçiler de şehirde her fırsatı değerlendirip insanları irşat etmeye devam ederken şehrin azgınları bu cazibenin etkisini hazmedemezler, elçilerin halkın gözündeki değerlerini düşürmek için itibar suikastına başvururlar. Onları, başlarına gelen musibetlerin müsebbibi olarak gösterirler, onları uğursuzla yaftalayarak hedef tahtasına oturturlar.

قَالُٓوا اِنَّا تَطَيَّرْنَا بِكُمْۚ لَئِنْ لَمْ تَنْتَهُوا لَنَرْجُمَنَّكُمْ وَلَيَمَسَّنَّكُمْ مِنَّا عَذَابٌ اَل۪يمٌ

Dediler ki: ‘Şüphesiz biz sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık. Eğer vazgeçmezseniz, sizi mutlaka taşlarız ve bizim tarafımızdan size elem dolu bir azap dokunur’ (Yasin Süresi;18)

     İslam’da mahza bir olayın, bir olgunun veya bir eşyanın uğurlu ya da uğursuz olması diye bir şey yoktur. Mümin hayatta başına gelecek her bir durumun imtihan vesilesi olduğuna inanır. İmtihan bazen varlıkla bazen yoklukla olur, bazen sağlıkla bazen hastalıkla olur, nimete ulaşınca keyiflenen nikmete uğrayınca şikayet eden bir bakış, imanlı bir bakış değildir. Mevla verince azan geri alınca kızan bir kişi, imtihanda olduğunun farkında değil demektir. Hatta bırakın uğursuzluk düşüncesini iman feraseti kişiye öyle bir potansiyel kazandırır ki, kişi başına gelen her durumu kendisi için bir hayra dönüştürebilir. Nitekim Efendimiz hadislerinde buyuruyor,

Müminin durumu ne ilginçtir! Her hâli kendisi için hayırlıdır. Bu durum yalnız mümine mahsustur. Başına sevinecek bir hâl geldiğinde şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir sıkıntı geldiğinde ona sabreder; bu da onun için hayır olur. (Müslim, Zühd, 64)

Yani elçilerin, kendilerine uğursuzluk olduklarını söyleyenlere verdiği cevaptaki hakikat gibi, uğursuzluk kişinin kendi bakışındadır. Onlar şöyle cevap vermişlerdi, 

قَالُوا طَٓائِرُكُمْ مَعَكُمْۜ اَئِنْ ذُكِّرْتُمْۜ بَلْ اَنْتُمْ قَوْمٌ مُسْرِفُونَ

Onlar da dediler ki: “Uğursuzluğunuz kendinizdendir. Size öğüt verildi diye öyle mi? Hayır! Siz sınırı aşmış bir topluluksunuz (Yasin Süresi;19)

     Onlar uyarılmalarını uğursuzluk olarak gördüler. Burada amaç onları toplum nezdinde huzuru bozan bir bozguncu konumuna yerleştirmek. Şimdi düşünelim, birinin bize doğru hatırlatması iyi bir şey midir kötü bir şey midir? Yanlış yolda giderken karşıdan gelen aracın uyarı amaçlı selektör yakması, bize hoş gelen bir davranış mı yoksa kerih gördüğümüz bir davranış mıdır? Tabi ki, kendimizi şanslı hisseder ve uyarana minnettar oluruz. Yapılan selektörü anlamayan ve nihayetinde ceza yiyen kişinin, onu yakanı zarara uğramasının nedeni olarak görmesi ve uğursuz addetmesi,  tam bir nankör bakışıdır. Faizle sürülen keyif mi, helal kazanmak için çekilen zahmet mi kul için uğurludur. Kendisine piyangodan büyük ikramiye çıkan biri, hakikat nazarıyla bakıldığında talihli midir yoksa talihsiz mi? Yani uğur yada uğursuzluk kişinin meseleleri nasıl değerlendirdiğiyle alakalı bir durumdur. 

     ‘Karye Ashabı’, elçileri toplumu felaket götürecek uğursuz kişiler olarak lanse ettiler ama istedikleri neticelere ulaşamayınca onları sindirmek için bu sefer tehdit yoluna başvurdular. ‘Artık bu iş çok uzadı, eğer tebliğden vazgeçmezseniz sizleri taşlarız’ dediler. İşte, geldik inkarcıların tarih boyunca gösterdikleri ortak tavra. Hiçbir inkarcı argümanının, ilahi hakikat karşısında üstün gelme ihtimali yoktur. Günümüzde bile siz bakmayın demokrasi, insan hakları ve özgürlük gibi kavramlar adı altında herkes dilediği gibi yaşasın-konuşsun diyenlere.. İlahi hakikatlerle fikri mücadele edemeyen her inkarcı zihin, gücü eline geçirdiğinde, yasak, baskı ve şiddete başvurmuştur. Tarih boyunca Allah adına yapılan hiçbir davet yoktur ki tehditle ve silahla karşılaşmamış olsun. O yüzden hakikat eri olmanın bir bedeli her zaman vardır, ter dökmeden, ayıplanmayı, dışlanmayı, iftiraya uğramayı, kınanmayı, hedef gösterilmeyi, taşlanmayı veya öldürülmeyi göze almadan mücahit olunmaz. Yine Kur’an’da anlatılan peygamber kıssaları bizlere şunu öğretiyor, ‘İmanlı bir kalbi sindirecek hiçbir güç yoktur’. Peygamberimiz örneğinde olduğu hakiki iman etmiş bir nefer, bütün dünyaya kafa tutabilir. Müslüman ye’se düşmez, tırsmaz, geri çekilmez, boyun eğmez, gevşemez. 

وَكَاَيِّنْ مِنْ نَبِيٍّ قَاتَلَۙ مَعَهُ رِبِّيُّونَ كَث۪يرٌۚ فَمَا وَهَنُوا لِمَٓا اَصَابَهُمْ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَمَا ضَعُفُوا وَمَا اسْتَكَانُواۜ وَاللّٰهُ يُحِبُّ الصَّابِر۪ينَ

Nice peygamber vardır ki onunla birlikte birçok Allah erleri savaştılar. Allah yolunda başlarına gelenlerden ötürü gevşemediler, yılmadılar, boyun eğmediler. Allah, sabredenleri sever. (Ali İmran süresi;146)

Muhterem Kardeşlerim,

     ‘Karye Ashabı’na gönderilen elçiler tehditlere boyun eğmeden insanları uyarmaya devam ettiler. Dini tebliğ, şehrin her tarafına ulaşmıştır. Ancak ne var ki kasaba halkı, şehrin azgınlarından gelmesi muhtemel zarara uğramamak için davete icabet etmezler. Bu da, bir sosyal vakadır. Halk, şehrin iktidar ve servet sahibi olanların etkisinde kalır. Çünkü liderler, halk yığınlarının özgür düşünüp karar vermesini istemezler, onları ezmekle, barındırmamakla, aç bırakmakla korkuturlar. Günümüzde de öyle değil midir? Güç ve servet sahibi baronların kurduğu düzeni eleştirmek ya da ona alternatif oluşturmak için yapılan her girişim tepkiyle karşılanır. Ama halk arasından şecaat örneği gösteren bir yiğit de her zaman çıkmıştır. İşte kaynaklarda Habib-i Neccar olarak geçen yiğit de bunlardan biriydi. 

Elçilerin tebliği ve azgınların tepkileri şehrin her sokağında konuşulur olmuştu. Şehir halkının taptıkları putların hakikat olamayacağını fehmeden bir adam, aradığı hakikati elçilerin anlattıklarında bulmuştu. Ve kalbini dolduran iman onu sahaya itti. Çünkü iman, harekete geçirir. En azından İbrahim’in ateşine su taşıyan karınca misali ben kendi cürümle ne yapabilirim diye düşündü. İçinde yaşadığı topluma etkisi olabileceğini umdu. Elçileri yalnız koymamak ve onları desteklemek için yola koyuldu. Ayette Habib-i Neccar’ın bu heyecanı şöyle anlatılır.

وَجَٓاءَ مِنْ اَقْصَا الْمَد۪ينَةِ رَجُلٌ يَسْعٰى قَالَ يَا قَوْمِ اتَّبِعُوا الْمُرْسَل۪ينَۙ

O sırada şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi; şöyle dedi: “Ey kavmim! Bu elçilere uyun. (Yasin Süresi;20)

     Habib-i Neccar,  işini gücünü bırakıp şehrin diğer ucundan yürüyerek değil, ertelemeden, sonra bakarız demeden acele bir şekilde koşarak geldi. Kavmine ‘bu elçiler sizin için buradalar, onlara uyun’ dedi. Bu ifade aynı zamanda ‘doğrunun yanındayım’ demektir. Bakınız, hakkı ortaya koyan öncü olmak bir meziyettir, onları desteklemek de başka bir meziyettir. Habib-i Neccar kendi ön plana çıkaran bir benlik davası gütmeden ve karşılığında hiçbir menfaat beklemeden hak yolda olanları desteklemek için kavminin önüne dikilmiştir. Bu müthiş bir şecaat örneğidir –hele ki kavminin zalim bir tabiatı olduğunu bildiği halde-

     Hakkı desteklemek çok genel bir görev alanı aslında. Bu bazen namaz kılan bir genci takdir ederek olabilir, bazen sosyal medyada ıslah edici paylaşım yapan birini beğenerek olabilir, bazen dost meclislerinde zalimin zalim – haklının haklı olduğunu savunarak olabilir. İslam ümmetini ehli batıla karşı zayıf düşüren şey, müminlerin birbirini desteklemekten uzak durması ve benlik davasıyla tefrika hastalığına yakalanmış olmasıdır. Mümin odur ki, hakkı ortaya çıkarma konusunda acele eder (koşar), her ortamda ve kimden sadır olursa olsun hakka destek olur.

Habib-i Neccar içlerinden biri olarak kavmini gerçeği görmesi konusunda ikna etmeye çalışır. Onların akıllarına hitap eder. ‘Bu elçilerin sizi uyarması için bu kadar uğraşmaları ne için olabilir, (hatta siz onları tehdit ediyorken) ve bunun karşılığında da sizden dünyevi bir karşılık da beklemiyorlar. Demek ki bu elçilerin derdi sadece Allah’tan aldıkları emirleri ulaştırmak’. Habib-i Neccar elçilerin hasbi çalışmalarını davetçiye tabi olunması için bir kriter olarak görür.

اِتَّبِعُوا مَنْ لَا يَسْـَٔلُكُمْ اَجْراً وَهُمْ مُهْتَدُونَ

Sizden hiçbir ücret istemeyen kimselere uyun, onlar hidayete erdirilmiş kimselerdir. (Yasin Süresi; 21)

     İnsanlar şahsi menfaatin öne çıkarıldığı çalışmalardan uzak dururlar. Hele ki, dine hizmet etmek için yola çıkan bir davetçinin en ufak bir beklentiye girmesi muhatabın gözüne batar, ‘acaba bu adam benden menfaat mı devşirmek istiyor’ düşüncesinin ortaya çıkmasına neden olur. İslam davasına halel gelmemesi için Kur’an’da anlatılan bütün peygamber kıssalarında peygamberlerin kavimlerine karşı söyledikleri söz, kendilerinin yaptığı tebliğ karşısında onlardan bir ücret istememeleridir. Davetçi mükafatını Allah’tan bekler, Allah’ın ayetlerini dünyanın ufak ücreti karşısında satmaz, yapılan hizmetten kendine pay devşirmez. Ücret karşılığı irşat yapılmaz, Kur’an okunmaz. 

Habib-i Neccar bizlere bir irşat metodu sunuyor, muhatabı suçlayarak hedef alırsan onun inat damarını kabartabilirsin ve onu mesaja muhalefet etmeye itebilirsin. Habib-i Neccar da dini hakikatleri kendi nefsini öne sürerek anlatmaya çalışıyor.

‘Beni yaratana ne diye kulluk etmeyeyim? Siz de O'na döneceksiniz.’(Yasin Süresi;22)

‘O’nu bırakıp da başka ilâhlar mı edineyim? Eğer Rahmân bana bir zarar vermek istese, onların şefaati bana hiçbir fayda sağlamaz ve beni kurtaramazlar’ (Yasin Süresi;23) 

"Doğrusu o takdirde apaçık bir sapıklık içinde olurum. (Yasin Süresi;24)

     İnsan kendi kendini var etmediğine göre onu var eden, ona hayat veren üstün bir kudret var. insan gündelik hayatta bile kendine basit bir iyiliği dokunan kişiye minnet duyarken, fırsatını bulsam da bana yapılan iyiliğin borcunu ödesem diye fırsat kollarken, kendine hayat nimetini bahşedene karşı aynı minnet ve teşekkürü neden hissetmez. Kulluk bizim Rabbimize bir varlık borcumuzdur. Kişiyi Allah’a kulluk etmekten alıkoyan geçerli bir mazeretini olması gerekir ve insanın var edilmek gibi büyük bir nimete karşılık gelecek bir mazereti yoktur. O yüzden Allah’a kulluk etmek ve onun mesajını dinlemek de selim aklın gereğidir. 

     Allah dışındaki her şey başkadır. Hayatını Allah’ın nizamıyla tanzim etmeyen batıla göre tanzim etmeye mecbur olur. Allah’a inanmayan ideoloji, kişi, eşya ya da mefhumu inanır. 

Sonsuz kudret sahibi Allah’tan başka sığınılacak kapı yoktur. Onun murat ettiği olur. Hiçbir güç onu yenemez. Allah birine zarar vermeyi dilediğinde bunu koruyacak hiçbir kurtarıcı yoktur. İşte Allah ile ilgili bu hakikatleri bilmeyenler derin bir sapıklığa düşerler. Kendilerine yazık ederler. 

Habib-i Neccar kavmine bu şekilde gerçekleri anlattıktan sonra şefkatkarane bir şekilde kavmine dönüp,

اِنّ۪ٓي اٰمَنْتُ بِرَبِّكُمْ فَاسْمَعُونِۜ

Şüphesiz ben Rabbinize inandım, beni dinleyin (Yasin Süresi; 25)

dedi. Belki Habib-i Neccar’ın tavrı, gözü karalık olarak görülebilir. Neticede zalim bir kavme karşı ‘sizleri taşlarız’ dedikleri elçileri destekliyor, kendisi sade bir vatandaş olduğu halde azgınlara nasihatte bulunuyor. İşte iman ateşi, böyle bir şeydir, insanı doğruyu savunmak için ne mücadelelere sürükler. Nihayetinde kavmi elçileri ve onları destekleyen Habib-i Neccar’ı dinlemediler. Muhtemelen onların verdiği mücadele bir süre daha devam etti. Ayeti kerimenin devamından da anlıyoruz ki, Habib-i Neccar elçileri destekleme konusunda geri adım atmayınca kavmi tarafından şehit edildi. O öldürülerek kazananlardan oldu. En büyük müjdeyle müjdelendi. Cennetle. Allah için canını feda edenlerin meskeni cennettir. 

O cennetle müjdelendiğinde bile kendini durumuna hayıflanmıştı. Keşke, demişti.

ق۪يلَ ادْخُلِ الْجَنَّةَۜ قَالَ يَا لَيْتَ قَوْم۪ي يَعْلَمُونَۙ بِمَا غَفَرَ ل۪ي رَبّ۪ي وَجَعَلَن۪ي مِنَ الْمُكْرَم۪ينَ

(Kavmi onu öldürdüğünde kendisine): “Cennete gir!” denildi. O da, “Keşke kavmim, Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikram edilenlerden kıldığını bilseydi!” dedi (Yasin Süresi; 26-27)

Karye Ashab’ı, vahyi dinlemekle kalmamış, hak yolda olanlara baskı, zulüm uygulamışlardı. Nihayetinde inkarları onları iyice azgınlaştırıp bozguncu bir hale getirince Rabbimizin helak sünneti, onlar üzerine vacip oldu. Rabbimiz bu zalim topluluğu korkunç bir sesle (sayhayla) helak etti. 

اِنْ كَانَتْ اِلَّا صَيْحَةً وَاحِدَةً فَاِذَا هُمْ خَامِدُونَ

(Onları helâk eden) korkunç sesten başka bir şey değildi. Birdenbire sönüverdiler. (Yasin Süresi; 29) 

Değerli Dostlar, 

Hepimiz bu dünyada imtihandayız, vakti geldiğinde bitiş zili çalacak ve hesabımızı görmek üzere rabbimize döneceğiz. Efendimiz, akıllı insanı ölümden sonrası için hazırlık kişi olarak tarif ediyor. Bizler de bu hayatı bir şekilde  hakikatin kıyısından köşesinden tutan insanlar olarak geçirmeliyiz. Hakikati bilmeli, anlatmalı, yeri geldiğinde Habib-i Neccar gibi hakikati anlatanları desteklemeliyiz. Kıssadan da anlaşıldığı  üzere hakkın yanında olanlar büyük mükâfata kavuşacaklar. 

Rabbim bizleri sırat-ı müstakim’den ayırmasın. 

VAAZI iNDiR

Hasan EFİLOĞLU / Sakarya İl Vaizi

Facebook Yorumları