menu
CAMİ VE CEMAATE VEFA..
CAMİ VE CEMAATE VEFA..
Haftanın Vaazı.. " 'Cami ve Cemaate vefa " konulu 01.10.2021 tarihli Cuma vaazı sitemize eklenmiştir.

Cami Ve Cemaate Vefa..

                                    

وَالْمُوفُونَ بِعَهْدِهِمْ إِذَا عَاهَدُوا

Ahitleştiklerinde ahitlerine vefa gösterenler…”  (Bakara Suresi, 177)

 Değerli Kardeşlerim,

Bu mübarek Cuma zamanında sizlere Cami ve cemaatin öneminden bahisle camiye ve cemaate vefa konusunda sohbet etmek istiyorum.

Kalplerimize nur, gönüllerimize huzur ve mutluluk bahşeden yüce dinimiz İslam; Müminler arasında sevgi, saygı, kardeşlik ve dayanışma bilincinin gelişmesi için evrensel prensipler getirmiş, bu konuda çeşitli müesseselerin oluşturulmasını öngörmüştür. Bu müesseselerin başında da camiler gelmektedir.

İslam’ın temel kurumlarından biri olan cami İslam düşüncesinin gelişmesinde, dinin yayılmasında ve gelişmesinde son derece önemli rol oynamıştır. Cami, İslam’ın en büyük sembollerinden biridir. Bir beldenin Müslüman cemiyeti olduğu, hemen orada yükselmiş olan camilerden ve minarelerden anlaşılır. Camiler İslamiyet’in açık mührüdür.

Cami, mescidin büyüğüne denir. Mescid ise “secde edilen yer” demektir. Çoğulu "cevâmi''dir. Cami; toplayan toplayıcı demektir. Beş vakit namazda cuma ve bayram namazlarında müminleri bir araya topladığı için bu isim verilmiştir.  

Muhterem Müminler,

Yeryüzünde kurulan ilk mescit Kâbe-i Muazzama'dır. Allahu Teâlâ şöyle buyurur:

إِنَّ أَوَّلَ بَيْتٍ وُضِعَ لِلنَّاسِ لَلَّذِي بِبَكَّةَ مُبَارَكًا وَهُدًى لِّلْعَالَمِينَ

"İnsanlar için yeryüzünde kurulan ilk ev Mekke'de bulunan mübarek ve âlemler için bir hidayet kaynağı olan Kâbedir" (Âl-i İmran, 3/96).  

Caminin/mescidin kısaca tarihçesine baktığımızda; Mekke’de ilk Müslümanların   bir ibadet yeri yoktu. Hz. Peygamber (s.a.s), erkeklerden ilk müslüman olan Hz. Ali (r.a) ve diğer arkadaşları ile Mekke'nin dar sokaklarında, gizlice namaz kılmıştı. Hz. Peygamber genellikle namazlarını, Kâbe civarında veya kendi evinde tek başına kılardı. Bununla birlikte müslümanlar, cemaat halinde namaz kılabilmek için bir evde toplandıkları da olurdu. Bu ev, çoğu zaman ashabdan Erkam'ın evi idi. Hz. Ömer (r.a), İslâmiyet’i kabul ettikten sonra, müminlerin rahatsız edilmeden Kabe'nin yanında namaz kılmalarını temin etmişti.

Hz. Peygamber(s.a.s.), Medine'ye hicret ederken Kubada birkaç hafta geçirdi. Burada bir mescit inşasına başladı.   İşte bu mescit, İslâm âleminde yapılan ilk mescittir. İkinci mescit ise, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in, Medine'ye vardıktan sonra yaptığı mescittir. Hz. Ebu Bekir (r.a) ile Medine'ye giren Resulullah (s.a.s.) devesini salıverir. Devesi, nerede durursa orada misafir olacağını belirtir. Deve, bugün Mescid-i Nebevî'nin olduğu yerde durur. Boş bir arazi olan bu yeri, Hz. Muhammed (s.a.s.), mescit ve kendi ev halkı için oturacak yer yaptırmak üzere satın alır. O zamandan beri bu mescit, Medine'nin belli başlı mescidi olarak zamanımıza kadar gelmiştir. Medine mescidinde, ashabını dinî ve dünyevî konularda aydınlatma amacıyla oturmaları Resulullah'ın âdetleri idi.

Bu ilk mescitlerden sonra, İslâm âleminde mescitler çığ gibi çoğaldı. Müslümanlar kurdukları bütün köy ve kasabalarda, fethettikleri her yerleşim merkezinde bir veya birden fazla mescit yapmayı prensip haline getirdi.

İşte Camiler/mescidler, başlangıçta ibadet yeri, ilim müessesesi, kaza dairesi (mahkeme), ordu karargâhı, elçilerin kabul edildiği bir makam ve hatta gerektiğinde hapishane olarak kullanılmıştır. Mescitler son zamanlara kadar, ibadet yeri olarak görev yapmanın yanı sıra, eğitim-öğretim faaliyetlerinin de icra edildiği bir yer olmuştur.

Camilerin işlevi

Camiler; Günde beş kez okunan ezanlarla ilahi çağrının yapıldığı yerlerdir. İnsanlar bu çağrıyla tevhide, namaza, kurtuluşa, huzura ve manen dirilişe davet edilirler.  Camilerimiz tarih boyunca sadece ibadet mekanlarımız değil, aynı zamanda öğrenme, birlik-beraberlik ve sevgi ve kardeşlik duygularımızın güçlendiği mekanlar olmuştur.

Biz ibadetlerimizi bütün yeryüzü mescid kılındığı halde neden camilerde yapıyoruz, bir araya gelerek cemaat oluşturuyoruz? Cuma ve bayram namazı gibi cemaatle olmazsa olmaz namazlarımız var.Neden Resulullah (s.a.v) müslümanların beş vakitte bir araya gelmelerini emrediyor? Çünkü biz müminler ibadetle birlikte asıl amaç olan bedenlerimiz ve ruhlarımızı bir araya getirerek birleştiriyor, bir birlik oluyoruz. Cami dışında da ruhlarımızı birleştirmemiz gerektiğini camide öğreniyoruz.

Camilerin Yapılmasının Önemi

Kur'ân-ı Kerim'de   Allah Teâlâ şöyle buyurur:

إِنَّمَا يَعْمُرُ مَسَاجِدَ اللّهِ مَنْ آمَنَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَأَقَامَ الصَّلاَةَ وَآتَى الزَّكَاةَ وَلَمْ يَخْشَ إِلاَّ اللّهَ فَعَسَى أُوْلَئِكَ أَن يَكُونُواْ مِنَ الْمُهْتَدِين

"Allah'ın mescitlerini, ancak Allah'a ve ahiret gününe inanan, namazı gereği üzere kılan, zekâtı veren ve Allah'tan başka kimseden korkmayanlar imâr eder. İşte bunların doğru yolda olup başarıya ulaşacakları umulur" (et-Tevbe, 9/18). İslam mabetlerini ancak inananların imar edebileceğini bildiren bu ayet, aynı zamanda camileri/mescidleri manevi anlamda imar etmek şeklinde de anlaşılmıştır.Nitekim Hz.Peygamber (s.a.v.)   ;

   إِذَا رَأَيْتُمُ الرَّجُلَ يَتَعَاهَدُ الْمَسْجِدَ فَاشْهَدُوا لَهُ بِالإِيمَانِ 

 “Bir kimsenin mescitlere gidip gelmeyi alışkanlık edindiğini görürseniz onun imanına şahit olunuz” (Tirmizi,İman,8)buyurarak bu ayeti açıklamıştır.

 CEMAATİN ÖNEMİ 

Cemâat namazı; bir araya gelen müslümanların bir imama uyarak topluca kıldıkları namaza denilir.

"Dinin direği" olarak tanımlanan ve İslâm'ın beş şartından birisi olan beş vakit namazın, İslâm'ın cemâate verdiği önemden dolayı, toplu olarak edâ edilmesi gerekmektedir.

Cemâatla namaz kılmak Kitap, Sünnet ve İcmâ ile sabittir. Cenâb-i Hak Peygamberimiz'e hitaben şöyle buyurur: "Sen müminler arasında bulunup onlara namaz kıldıracağın zaman onlardan bir kısmı seninle beraber olsun." (en-Nisâ, 4/102). Hz. Peygamber (s.a.s.) de cemâatle namazın faziletini şöyle açıklamıştır;

صَلَاةُ الْجَمَاعَةِ تَفْضُلُ صَلَاةَ الْفَذِّ بِسَبْعٍ وَعِشْرِينَ دَرَجَةً

"Cemâatle kılınan namaz, bir insanın tek başına kıldığı namazdan yirmi yedi derece daha faziletlidir. 

"(Buhârî, Ezan 30; Salât 87; Müslim, Mesâcid 245; Ebû Davud, Salât 48; Tirmizî, Salât 47). Başka bir rivayette bu fazilet yirmibeş derece olarak ifade edilmiştir. (İbn Mâce, Mesâcid, 16). Ayrıca Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

مَنْ تَوَضَّأَ فَأَحْسَنَ وُضُوءَهُ ثُمَّ رَاحَ فَوَجَدَ النَّاسَ قَدْ صَلَّوْا أَعْطَاهُ اللَّهُ جَلَّ وَعَزَّ مِثْلَ أَجْرِ مَنْ صَلَّاهَا وَحَضَرَهَا لَا يَنْقُصُ ذَلِكَ مِنْ أَجْرِهِمْ شَيْئًا

"Bir kimse güzelce abdest alır, sırf namaz için câmiye giderse, camiye varıncaya kadar atmış olduğu her adıma mukabil bir derece yükselir ve bir günahı silinir." (Ebû Davud,'Salât,8).

Cemâatın teşekkül etmesi için en az iki kişi gereklidir. Bu da imamla birlikte bir kişinin daha bulunmasıyla olur. Peygamber (s.a.s.)'in "İki ve daha yukarısı cemâattır. " (Buhârî, Ezan 35) sözünden bunu anlıyoruz.Cemâatın gerçekleşmesi için bu iki kişiden birinin imam olması, diğerinin de buna uyması gerekir. İmama uyan şahıs ister erkek, ister kadın, isterse âkil çocuk olsun fark etmez. Çünkü Peygamber (s.a.s.) iki kişiyi "cemâat" diye adlandırmıştır. Deli ve âkil olmayan çocuk cemâat olarak kabul edilmez. Zira bu ikisi namaz kılmakla yükümlü değildirler ve adetâ yok hükmündedirler.

 Rasûlullah (S.a.v.) cemâatin faziletini çeşitli vesilelerle dile getirmiş, kendisinden bu konuda bir çok hadis işitilmiştir;  

صَلاةُ الجَمَاعَةِ أَفضَلُ مِنْ صَلاةِ الفَذِّ بِسَبْعٍ وَعِشْرِينَ درَجَةً

"Bir kimsenin cemâatle kıldığı namaz, kendi başına kıldığı namazdan yirmiyedi derece üstündür. " (Buhârî, Ezân 29; Müslim, Mesâcid, 249; el-Muvatta, Cemâa, 1; İbn Mâce, Mesâcid, 16).

Resül-i Ekrem mescid yolunda atılan adımların sevap kazanma vesilesi olduğunu söylemiş, namaz kılmak için mescide giden bir müminin her gidiş gelişi için Allah(C.c.)’ın ona cennette bir konak hazırlayacağını bildirmiş, kalbi mescitlere bağlı olan kimseleri kıyamet günü arşın gölgesinde gölgelendireceğini müjdelemiştir.

Hz. Peygamber (s.a.v.),mescidlerin hizmetini gören, ihtiyaçlarını karşılayan kimseleri takdir etmiştir.Nitekim ilk zamanlar çok korunaklı olmayan Mescid-i Nebevi’nin gece yağan yağmurla ıslanan ve çamurlaşan zeminini kapatmak üzere eteğine topladığı çakıl ve kumu yere döşeyen zata,

  مَا أَحْسَنَ هَذَا “Bu yaptığın ne güzel!”(Ebu Davud,Salat,15)diyerek memnuniyetini ifade etmiştir.Zaman zaman   sahâbenin sorularını mescitte yanıtlamış, kendisine dini öğrenmek üzere gelen bireylere ve gruplara gerekli dinî bilgiyi burada vermiştir. Kendisine gelen âyetleri mescitte okuyup açıklayarak dinin hükümlerini ve inceliklerini öğretmiş; sözleri, vaaz ve hutbeleriyle inanan gönüllere bunları yerleştirmeye çalışmıştır. Ashâb mescide geldiğinde halkalar kurarak Kur’an okumuş, ilmî sohbetlerde bulunmuş ve özellikle de fıkhî konuları onlarla müzakere etmiştir.

Mescidin “ilim meclisi” olma özelliği sonraki dönemlerde de devam etmiş, büyük mezhep imamları ve diğer önemli İslâm âlimleri hep bu meclislerde yetişmiş, kendileri de mescitlerde ders halkaları kurmak suretiyle ilmi yaymışlardır. Böylece Hz. Peygamber’in başlattığı ilmî faaliyetler asırlar boyu devam etmiş, mescitler İslâm âleminde canlı ilim merkezleri hâline gelmiştir.

Peygamber Efendimiz (s.a.s.) zamanından günümüze kadar namaz bu üstün faziletinden dolayı cemâatle edâ edilmiş, bu maksat için inşa edilen camiler de, ifâ ettikleri daha bir çok fonksiyonlarıyla birlikte sosyal birer kurum haline gelmişlerdir. Cemâatle namaz, Hanefi mezhebine göre sünnet-i müekkede 'dir. (Tecrid-i Sarih Tercümesi, II, 604).

Şüphesiz cemâat namazı, ferdî olarak kılınan namazlardan sevap bakımından daha üstündür.  

Sayılamayacak kadar cemaatle namazın faydaları vardır. Müslümanları birbirinden haberdar etmesi, toplumsal bilinci geliştirmesi, insanların birbirinin dertleriyle dertlenmesi, büyük küçük, amir memur, fakir zengin gibi farklı kuşakları birbirine yakınlaştırması açısından cemaatin çok büyük önemi bulunmaktadır.

Kürsülerinden yapılan vaazlar ve minberlerinden okunan hutbelerle camiler; edep, terbiye, sevgi, saygı, hak ve hukuk anlayışının kazandırıldığı ilim ve irfan ocaklarıdır. Camilerden aldığımız hikmet ve bilgilerle, kulaklarımıza ve gönüllerimize fısıldanan ilahi mesajlarla hırsı, kin, hased-gıybet, iftira gibi her türlü kötü duygu ve düşüncelerden arınmayı; israf, haksızlık, içki, kumar, fuhuş gibi haram günahlardan uzak kalmayı öğrenir; Böylece Rabbimizin sevdiği ve razı olduğu müminlerden oluruz.

Camiler, bulundukları yörenin sosyal hizmet ve ilişkilerinde, devamlı ışıldayan ve çevresini aydınlatan birer kandil gibidirler.

Camilerde toplanan müminler; Allah’ın huzurunda birlikte kıyama durur, secdelere kapanır ve gerçek kardeşlik duygusunun tadına varırlar.

Camilerden çıkışlarında da birbirleriyle görüşür, sevinçlerini paylaşır, dertlerine ortak olur ve problemlerine karşılıklı olarak çözüm bulmaya çalışırlar.

Aziz Müminler!

Sevgili Peygamberimiz, müminleri daima cemaat olmaya teşvik etmiş, hatta mazeretsiz olarak cemaate gelmeyenleri kınamıştır. Cemaatle kılınan namazın tek başına kılınan namazdan daha faziletli olduğunu ifade etmiş, evinde abdest alarak Allah’ın farz kıldığı namazlardan birini eda etmek için mescide giden kimsenin attığı her adımın günahlarının silinmesine ve derecesinin yükselmesine vesile olacağını belirtmiştir.

Ecdadımız,işte bu inançla camiler inşa etmiş, namazlarını da cemaatle kılmaya özen göstermişlerdir. Zira camilerin ziyneti, cemaattir. Camilere cemaat olmak, yüce yaratana misafir olmaktır. 

Biz camiyi, mabedi, ezanı istiklal marşına yerleştirmiş nadir bir milletiz. İstiklal şairimiz mısralarında; ezanın, mabedin nasıl bir kimliğe, simgeye dönüştüğünü çok güzel ifade eder.

Ruhumun senden, ilahi, şudur ancak emeli:

Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli.

Bu ezanlar-ki şahadetleri dinin temeli,

Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli. 

Ecdadımız bir yere gittiğinde, bir memleketi fethettiğinde yaptıkları ilk iş oraya bir cami inşa etmektir. O belde de İslam’ın yükselen sesi minarelerden de yükselmeye başlar. Bu aynı zamanda o belde insanı üzerinde son derece etkileyici olmuştur. Bunun yanında farklı dinlere mensup insanların mabedlerine de saygı gösterilmiş ve onlara da yardım da bulunulmuştur. 

Değerli Kardeşlerim,

Şimdi gelelim camiye/mescide ve cemaate vefa nasıl göstereceğimize.

Vefa; sözünde durma, sözünü yerine getirme, borcunu ödeme, sevgi, dostluk ve bağlılıkta sebat etme, kendini sevenleri, kendisine iyiliği dokunanları unutmama, dostlarıyla ilgiyi kesmeme gibi anlamlara gelir. Bu güzel özelliklere ve yüce vasıflara sahip olan kimseye de vefakâr ya da vefalı denir. Vefanın zıttı nankörlüktür. Vefakârlık; kadir kıymet bilmek, kendisine yapılan iyiliği unutmamaktır. Nankörlük ise iyiliğin kadrini bilmemek ya da kendisine yapılan iyiliğe kötülükle mukabelede bulunmaktır.
Vefakâr kimseler dostlarını, kendilerine iyilikte bulunanları unutmazlar, zamanı gelince onlara misliyle veya daha fazlasıyla mukabelede bulunurlar.


وَأَوْفُوا بِالْعَهْدِ إِنَّ الْعَهْدَ كَانَ مَسْئُولًا 

“Ahde vefa gösterin, doğrusu verilen ahidde sorumluluk vardır.” (İsrâ Suresi, 34) 

En büyük vefakârlık, insanın Yüce Yaratıcı’yı tanıması, verdiği nimetlerin kadr u kıymetini bilmesi, O’na karşı kulluk görevlerini eksiksiz yerine getirmesidir. En büyük nankörlük de kulun Rabb’ini inkâr etmesi, verdiği nimetlere şükretmemesi, nimetleri O’na isyanda kullanmamasıdır. Nitekim Enfal suresinin 55’nci ayetinde: “Allah katında canlıların en kötüsü, gerçeği örten nankörler/inkârcılardır. Bunlar iman etmezler.” buyrulmuştur.
Yerine göre hayvanlar bile kendilerine verilen nimetin kadrini bilirler, o nimeti verenlere vefalı davranırlar, sadık olurlar.  

“Vefakârlık ve ahde vefa, İslam ahlakının temel umdeleri olarak kabul edilmiş, her ikisi de Allah’la ilişkilerimizi tanzim etmeleri cihetiyle imanla ilişkilendirilmiş, birey-toplum ilişiklerini düzenleyen yönüyle de hukuki müeyyidelere bağlanmıştır Mümin, her şeyden önce Rabbine karşı hakşinas, kadirbilir ve vefakârdır. Rabbine karşı vefakâr olan, O’nun kullarına karşı da kadirşinas ve vefakâr davranacaktır. Annemize, babamıza, eşimize, dostumuza karşı her türlü vefasızlığımız ve kadir bilmezliğimiz, Rabbimize karşı vefamıza da gölge düşürecektir.
  İnsan bir misakla varlık âlemine gelmiştir. Yüce Allah’ın elest bezminde “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” hitabına: “Evet (buna) şahidiz.” (A’raf, 172) diyerek karşılık veren insan, böylece büyük bir emanet ve ağır bir sorumluluk üstlenmiştir.  

ALLAH'A KARŞI VEFA

Hiç şüphesiz vefa gösterilecek en önemli varlık, varoluşumuzun, nefes alıp verişimizin, sevgi duygusunu hissedişimizin yegâne kaynağı olan Yüce Yaradandır. O’na vefa gösterdikçe var olmayı daha fazla idrak ederken, var olduğumuzu anladıkça da O’na daha fazla yakınlaşır ve eşrefi mahlûkât olmanın sırrını yalnızca O’na kullukta buluruz. Üstelik bu vefa büyük bir sevgi ve mükâfatla karşılanır: “Kim Allah ile ahdine vefa gösterirse, Allah ona büyük bir mükâfat verecektir” (Fetih, 10.) ayeti bunu açıkça göstermektedir.

"Vefa" üzerine söz edip te, "elest bezmi"nde Hâlık (c.c) ile kulları arasında yapılan o müthiş sözleşmenin akla gelmemesi mümkün müdür? Bilindiği gibi, insanın yaratıcısı ile yaptığı bu ilk sözleşmede, Halık (c.c) kullarına, "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye soruyor ve onlardan "bela/evet, Sen bizim Rabb'imizsin" cevabını alıyordu.

En büyük vefa ve vefakârlık, insanın Yaratanı’nı tanıması, O’na iman etmesi, O’na karşı olan kulluk vazifesini yerine getirmesi ve verdiği nimetlerin kıymetini bilmesi, şükrünü eda etmesidir. En büyük nankörlük de kulun, Rabbi’ni inkâr etmesi, O’nun yüceliğini, tanımamasıdır.

Allah katında gerçek vefa, Allah’a verdiğimiz o sözü hatırlayıp, ne pahasına olursa olsun bu söze sadakat göstermekle başlar. İnananlar olarak bizim ahlak anlayışımız, verdiğimiz söze ne kadar sadık kaldığımızla yakından ilgilidir. Çünkü insanoğlunun verdiği bu söz, sıradan bir söz değildir. Yaratıcısına verdiği bir ahittir, bir misaktır. İnsanın varoluşunun anlamı, dünyaya geliş amacı, verdiği bu sözde, ahde sadakatinde yatmaktadır. Bu aynı zamanda hayatımızın ve yaratılışımızın da esas gayesidir. Bu söze sadık kalan kişi, hiçbir zaman ahdine vefasızlık etmez. İnanan insan, aynı zamanda sözünün eri olan insandır.

İnanan insan, her şeyden önce Rabbi’nin insan için vermiş olduğu bunca sonsuz nimetler karşısında hakşinas, kadirbilir ve vefakâr olması gerekir. Allah’ı tanımamak, O’na karşı kulluk görevlerini yapmamak ise en büyük nankörlüktür. Yüce Yaratıcı bunu şöyle dile getirmektedir:

وَآتَاكُمْ مِنْ كُلِّ مَا سَأَلْتُمُوهُ وَإِنْ تَعُدُّوا نِعْمَةَ اللَّهِ لَا تُحْصُوهَا إِنَّ الْإِنسَانَ لَظَلُومٌ كَفَّارٌ

“O size istediğiniz her şeyden verdi. Allah’ın nimetini sayacak olsanız sayamazsınız. Doğrusu insan çok zalim, çok nankördür.” (İbrahim Suresi, 34)

وَأَوْفُوا بِعَهْدِ اللَّهِ إِذَا عَاهَدْتُمْ

Ahitleştiğiniz (anlaşma yaptığınız) zaman Allah’ın ahdini yerine getirin…” (Nahl Suresi, 91)

Rabbine karşı vefakâr olan, O’nun kullarına karşı da kadirşinas ve vefakâr olur. Bu sebeple annemize, babamıza, eş ve dostumuza, akraba ve yakınlarımıza karşı gösterdiğimiz her türlü vefasızlık ve kadir-kıymet bilmezlik, Allah’a karşı olan vefa duygusuna halel getirir. 

Rabbimiz iyi müminlerin vasıflarını sayarken pek çok özellik saymakta ve bunlardan biri olarak ta وَالْمُوفُونَ بِعَهْدِهِمْ إِذَا عَاهَدُوا  Ahitleştiklerinde ahitlerine vefa gösterenler…” (Bakara Suresi, 177) olarak tarif etmektedir. Allah bizlerden hep ahdimize, vaadimize bağlı kalmamızı istemektedir.

  إِنَّ الَّذِينَ يَشْتَرُونَ بِعَهْدِ اللَّهِ وَأَيْمَانِهِمْ ثَمَنًا قَلِيلًا أُوْلَئِكَ لَا خَلَاقَ لَهُمْ فِي الْآخِرَةِ وَلَا يُكَلِّمُهُمْ اللَّهُ وَلَا يَنْظُرُ إِلَيْهِمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَلَا يُزَكِّيهِمْ وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ

 “Allah’a verdikleri sözü ve yeminlerini az bir bedelle satanlara gelince, işte onların âhirette hiç nasipleri yoktur. Kıyamet günü Allah onlarla konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları temize çıkarmayacaktır. Onlar için elem veren bir azap vardır.” (Âl-i İmran Suresi, 77) buyurulur.


Vefanın ikinci yönü ise, insanlar arası ilişkilerde söz konusudur. Vefanın boyutları olan sadakat, sözünde durma, emanete riayet etme, karşılıksız fedakârlıkta bulunma vb. davranışlar gerçek dostluk ve kardeşliğin de emareleridir. Bu noktada da vefa gösterilmeye en layık olanlar, öncelikle anne-babalardır. Öyle ki vefatlarından sonra bile, onları anıp dua etmek, varsa sözlerini yerini getirmek, dostlarını arayıp sormak vefalı evlat olabilmek için önemli ölçütlerdir. Sağlıklarında ise, zaten onlara hizmet edip hayır dualarını almak vefa gereğidir.

Birlikte yolculuk yaptığımız insanları, bir vesile işimiz olan, işlerimizde yardımcı olan memurları, sokağımızı temizleyen işçileri, her sabah selamlaştığımız mahalle esnafını, dükkân işletiyorsak müşterilerimizi ve daha nice insanları da vefada unutmamalıyız. Bunu en çok kendimiz için yapmalıyız. Çünkü vefa davranışları insanı olgunlaştıran, kendini iyi hissetmesini sağlayan, insan olmanın anlamını kavratan ve fazilet hissi yaşatan seçkin davranışlardır.
Vefanın tezahürlerine gelince, vefa; sevilenler, dostlar anılınca yürek titremesidir. Tüm vefasızlıkların ötesinde, vefa gördüğün ve vefa gösterdiklerinin sana kattığı insani kazanımları anlamak ve sevgiyi daha da büyütmektir 

Vefa, peygamberlerin temel özelliklerinden biridir. Kur’an, yeri geldikçe bize o eşsiz vefalılardan söz etmektedir. Örneğin, Hz. Âdem, yüzüne kapanan kapıları gönlünde taşıdığı sırlı vefa anahtarıyla teker teker açmış ve gufran çeşmelerine ulaşmıştır. Buna karşılık İblis ise, göz göre göre kendisini vefasızlık çukuruna atarak boğulmuştur. (Bk. A’raf, 11-30)
Bir koç gibi kurban edilme imtihanını başarı ile geçen Hz. İsmail için onun vefalı Rabbi şöyle buyurmaktadır: "Kitap’ta İsmail’i de an. Şüphesiz o sözünde duran bir kimse idi. Bir resül, bir nebi idi." (Meryem, 54)   Hakk’ın dostu ve nebilerin babası Hz. İbrahim, Nemrut’un ateşini göğüslerken de tam bir vefa kahramanıydı. Hz. Cebrail’in yardım teklifini geri çevirirken asıl Kudret Sahibine vefasızlık yapacağı kaygısında idi. Bu vefası elbette karşılıksız kalmazdı ve ateş onun için serinlik ve esenlik kilindi. (Bk. Enbiya, 69)

İnkârcılar arasında bile "elemin; güvenilir, sözünde duran" sıfatıyla anılan Hz. Peygamber (s.a.s.) Efendimiz’in vefa ve sadakatle dolu hayatı da önümüzdeki en güzel örnektir.Evet, o, bir vefa insanıydı. Sadece insanlara karşı değil, taşa toprağa karşı bile vefayla dopdoluydu. Mekke’yi arzular, Uhud’a uğrar ve sık sık ilk konağı olan Küba’yı ziyaret ederdi. Çünkü orası Mekke’den ayrıldıktan sonra kendisine sinesini açıp, âdeta "bende kalabilirsin" diyen yerdi. Hz. Peygamber Efendimiz ise; "sen beni misafir ettin, ağırladın" dercesine her cumartesi mutlaka Kuba Mescidi’ne uğramaya çalışırdı.

O, "Biz onu severiz, o da bizi sever" dediği (Buhârî, Zekat, 54; Müslim, Fezail, 11) Uhud dağını da ziyaret ederdi. Keza Medine’nin Mezarlığı Cennetü’l-Baki’ye gider, oradakilere selâm verir ve dua ederdi.

Peygamberimiz’in bir adı da el-Vâfî’dir. el-Vâfî, sözünde duran, sözünün eri olan, vefakâr, mükemmel ahlak sahibi demektir. Aynı anlamda ona el-Vefî de denmiştir. Hayat örneğimiz olan Hz. Peygamber (s.a.s.), sözünde durma konusunda en güzel örnekleri bizlere sunmuş, ümmeti olarak bizlerin de vefalı kimseler olmamızı istemiştir. Güvenilir olan ve güven veren Peygambere yaraşır ümmet olabilmek, onun gibi emin kimseler olmakla mümkündür. Vefakâr peygambere layık ümmet olmak da vefakâr insan olmakla mümkündür.”(Diyanet aylık dergi)

Vefakârlık asil insanların özelliğidir. Peygamber ahlâkına sahip kişilerin, kumaşı has olanların yapabileceği bir yiğitliktir.

Vefakâr mümin, her zaman ve her şartta sözünde duran, verdiği sözün gereğini yerine getiren kimse ise   başta Allah ve peygamberine karşı sorumluluklarını yerine getirir. En başta Yaradanın hakkı olan ibadetlerini ifa ederek en büyük vefasını gösterir. Bu ifasını gerçekleştirirken Allah’ın evi olan cami/mescide vefasını göstermek adına gereken bütün ihtimamı sergiler. Resulullah(S.a.v.)’a vefasını göstermek adına onun istediği birlik-beraberliği sağlamak için cemaate katılmaya özen gösterir.İslam kardeşliği hukukuna riayet için her mümin ferde vefasını gösterir. Kısacası camiye ve cemaate mensubiyetinin hakkını vererek vefasını gösterir.

O halde geliniz! Camilerimizi yeniden hayatımızın merkezine alalım. Kadınıyla erkeğiyle, çocuğuyla yaşlısıyla camide olalım, caminin cemaati olmakla hayat bulalım. Camilerimizi yalnız ve ıssız bırakmayalım. Rabbimizin huzuruna varmakla gerçek huzura kavuşalım. Unutmayalım ki camiler hayatın içinde, hayat camilerin içindedir.  Camilerin ortak kalbimiz olduğunu, oralarda hayat varsa, bizlerde de hayat olacağını bilelim. Bunalan, sıkılan, umutsuzluğa kapılan gönüllerimizin, ruhlarımızın, camilerin manevi havasıyla bir dinamizm ve canlılık kazanacağını unutmayalım. Bu itibarla camilerimizin maddi ve manevi anlamda imarına gayret edelim.

Allah’ım! Bizleri  ahdine vefa gösteren ve bu sayede razı olduğun Salih kulların zümresine dâhil eyle! Şuurumuzun yerinde olduğu son anımıza kadar Senin rızana uygun işlerle meşgul olmayı nasip eyle.Amellerimize sadâkat ve samimiyet lütfeyle.   Neslimizden   bizlere göz nuru ve gönül süruru evlatlar ihsan eyle! Cümlemizi Sana, rasülüne, ana-babaya, akrabaya, bütün ehl-i imana, vatan ve millete ve diğer emanetlere karşı vefakâr eyle!

Ömer BAYRAKTAR

Hendek  Vaizi

VAAZI İNDİR

Facebook Yorumları