menu
EMANETİ EHLİNE VERMEK
EMANETİ EHLİNE VERMEK
Haftanın Vaazı..

Emaneti Ehline Vermek.. 16.06.2023 tarihli "Emaneti Ehline Vermek" konulu Haftanın Vaazı sitemize yüklenmiştir.

Yüce dinimiz İslam’ın üzerinde titizlikle durduğu meselelerden biride “emanet” konusudur. Hıyanet ve hainliğin karşıt anlamlısı olarak ifade ettiğimiz emanet; güvenmek, korku ve endişeden emin olmak anlamına gelir. Ayrıca “güvenilen bir kimseye koruması için geçici olarak tevdi edilen şey” mânasına da gelmekte olup, kelimenin bu son kullanılışı daha yaygındır. (DİA, Emanet mad.). İnsanın, Allah'a, ailesine, içinde bulunduğu topluma, hayvanlara ve doğal çevresine, hatta insanlığa karşı görev ve sorumluluklarından tutunuz da, korunmak üzere geçici bir süre için yanında bırakılan eşyaya varıncaya kadar hepsine emanet denmiştir. Özetle, insanın sorumluluk alanına giren her şey emanettir.

Cenab-ı Hak, yeryüzünde halifesi olmayı ve ibadet sorumluluğunu üstlenmeyi de bir emanet olarak göklere, yerlere ve dağlara arz ettiğini ve bunların bu emaneti yüklenmekten çekindiğini ancak bu sorumluluğu insanoğlunun yüklendiğini Ahzap Suresinin 72. ayetinde bizlere şöyle haber vermektedir:

اِنَّا عَرَضْنَا الْاَمَانَةَ عَلَى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَالْجِبَالِ فَاَبَيْنَ اَنْ يَحْمِلْنَهَا وَاَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا الْاِنْسَانُؕ اِنَّهُ كَانَ ظَلُوماً جَهُولاًۙ ﴿٧٢﴾

Biz emaneti göklere, yerküreye ve dağlara teklif ettik, ama onlar bunu yüklenmek istemediler, ondan korktular ve onu insan yüklendi. Kuşkusuz insan çok zalim, çok bilgisizdir.”

Şüphesiz emanetlerin en büyüğü ve en önemlisi Allah’ı bilmek ve O’na iman edip o imanın gereği olan ibadetlerimizi muntazaman yerine getirmek ve Kur’an ahlakı ile ahlaklanmaktır. Zira Allah insanı yeryüzünde halife olarak yarattığını bizlere haber vererek En’am Suresi 165. ayette şöyle buyuruyor:

وَهُوَ الَّذٖي جَعَلَكُمْ خَلَٓائِفَ الْاَرْضِ وَرَفَعَ بَعْضَكُمْ فَوْقَ بَعْضٍ دَرَجَاتٍ لِيَبْلُوَكُمْ فٖي مَٓا اٰتٰيكُمْؕ اِنَّ رَبَّكَ سَرٖيعُ الْعِقَابِؗ وَاِنَّهُ لَغَفُورٌ رَحٖيمٌ 

Sizi yeryüzünün halifeleri kılan, size verdiği şeylerde sizi denemek için kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O’dur. Şüphesiz rabbinin cezası çok çabuktur; yine O’nun bağışlaması ve rahmeti boldur.”

Yüce Rabbimizin emrettiği diğer emanetler ise bu büyük emanetin yan kollarıdır.

Sünnetullah gereğidir ki Yüce Allah risâlet görevini insanların en emin olanlarına, dolayısıyla işin ehline yüklüyor ve kullarının işini kolaylaştırıyor. Zira güvenilir olmayan, yalan konuşan, insanları aldatan kişiye kim nasıl inanır ki? Peygamber Efendimiz daha peygamber olmadan önce müşrikler tarafından “Muhammed-ül Emin” diye tanınmıştır. Mekkeliler onu bu unvanıyla tanırlardı. Peygamber olarak görevlendirilince, Mekke müşrikleri içinde bulundukları makam, mevki, saltanat gibi maddi ve manevi kazanç kaybına uğrayacaklarını düşündüklerinden ona düşman oldular ve onu ortadan kaldırmak için bütün güçlerini seferber ettiler. Hâlbuki O’nu öldürmek için bir araya gelen bu insanlar, birbirlerinden çok O’na inanıyor, kıymetli eşyalarını, altın ve mücevherlerini ona emanet olarak bırakıyorlardı. Efendimiz ise kendisini öldürmek isteyen kişilerin mallarını yine en iyi şekilde muhafaza ediyor ve Mekke'den Medine'ye hicret ettiği gece yanındaki emanetlerin sahiplerine verilmesi için Hz. Ali'yi bu sebeple yatağında bırakıyor ve bu sıfatla anılmayı ne kadar hak ettiğini, emanetlerin ehline verildiğini tarihe altın harflerle yazdırıyordu.

Emaneti Ehline Vermek Hususunda Peygamberimizin Hassasiyeti:

Yüce Rabbimiz, Nisa Suresi 58. Ayette emaneti ehline vermemizi emrederek buyurur ki;

اِنَّ اللّٰهَ يَأْمُرُكُمْ اَنْ تُؤَدُّوا الْاَمَانَاتِ اِلٰٓى اَهْلِهَاۙ وَاِذَا حَكَمْتُمْ بَيْنَ النَّاسِ اَنْ تَحْكُمُوا بِالْعَدْلِؕ اِنَّ اللّٰهَ نِعِمَّا يَعِظُكُمْ بِهٖؕ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ سَمٖيعاً بَصٖيراً

Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel öğütler veriyor. Şüphesiz Allah her şeyi işitmekte, her şeyi görmektedir.”

Medine’ye gelip İslam Devleti’ni kuran Peygamber Efendimiz a.s. ister inansın ister inanmasın içinde yaşadığı toplumu en iyi şekilde idare edebilmek için, etrafındaki sahabelerin her birini kendi liyakatlerine göre görevlendiriyor ve her birinin kabiliyetlerinden ayrı ayrı yararlanıyordu. Aynı zamanda halkın huzurlu ve güvenli bir ortamda yaşamalarına imkân tanıyordu. Allah Resûlü"nün idaresinde emanet, ehliyet ve liyakat esas olduğu için bu nitelikleri taşımayan kimselere idarî görev vermiyordu. Bir gün Allah Resûlü"nün sevgili ashâbından olan ve hakkı çekinmeden dile getirmesiyle bilinen Ebû Zer, Hz. Peygamber"e, “Yâ Resûlallah! Beni âmir olarak görevlendirmiyor musun?” demişti. Onun yapısını çok yakından bilen Hz. Peygamber, elini omuzuna vurarak;

« يَا أَبَا ذَرٍّ إِنَّكَ ضَعِيفٌ وَإِنَّهَا أَمَانَةٌ وَإِنَّهَا يَوْمَ الْقِيَامَةِ خِزْىٌ وَنَدَامَةٌ إِلاَّ مَنْ أَخَذَهَا بِحَقِّهَا وَأَدَّى الَّذِى عَلَيْهِ فِيهَا » . “Ey Ebû Zer! Zayıf bir kimsesin. Bu görev ise bir emanettir. Lâyık olduğu için onu alan ve gereğini hakkıyla yerine getirenler dışında (bu tür görevler) kıyamet günü rezillik ve pişmanlıktır.( Müslim, İmâre, 16.)diyerek Ebu Zer’i şefkatle uyarıyor, böylelikle işin ehli olmayan birine verilecek bir ehliyet ile emanetin zayi edileceğini, dolayısıyla hem topluma hem de o kişiye yazık olacağını ifade ediyordu.

Rasülüllah Efendimiz ashabına bir görev vereceği zaman rengine veya kavmine bakmaz, kimin o göreve en liyakatli olduğuna bakardı. Mesela, Medîneli yeni müslümanlar, bir mektup yazarak İslâm’ı öğrenmek için Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den kendilerine Kur’ân-ı Kerîm okuyacak, İslâm’ı anlatacak ve namaz kıldıracak bir muallim göndermesini taleb ettiler. Peygamber Efendimiz aleyhissalâtü vesselâmda bunun üzerine onların ihtiyacına cevap verebilecek, konuşması hikmetli, ahlakı güzel olan Mus’ab radıyallâhu anh’ı gönderdi.

Mus’ab bin Umeyr (radıyallâhu anh), çok genç yaşta hidâyete ermiş, âilesinin kendisine ağır işkenceler yapmalarına, hatta miraslarından mahrum bırakmalarına rağmen dininden dönmemişti. Çünkü o, zahiren fakir ve garip kalsa da, batınen iman aşk ve vecdiyle dolu zengin bir gönle sahipti. İslâm’ın intişarı hususunda adeta bir heyecan abidesiydi.

Nitekim Mus’ab -radıyallâhu anh’ın Medine’ye gidişiyle İslam, orada iyice inkişaf etti. Peygamber Efendimiz’in tebliğle vazifelendirdiği bu genç sahabi, insanlara Allah’ın dinini anlatmak için gecesini gündüzüne katarak çalışmaya başladı. Es’ad bin Zürare -radıyallâhu anh-, onu evinde ağırlıyor ve bütün çalışmalarında kendisine yardımcı oluyordu.

O, bir gün Mus’ab’ı yanına alarak Zaferoğulları’nın bahçesindeki kuyunun başına oturdu. Abdüleşheloğulları’nın önde gelenlerinden Sa’d bin Muaz, bunu duyunca Üseyd bin Hudayr’a:

“–Sen işini iyi bilen ve kimsenin yardımına muhtaç olmayan bir adamsın. Zayıflarımızın inançlarını bozmak için mahallemize gelmiş olan şu adamların yanına git ve onları ikaz et ki, bir daha mahallemize gelmesinler! Es’ad akrabam olmasaydı, bu işi kendim yapardım.” dedi.

Üseyd, mızrağını kaptığı gibi oraya gitti ve gayet öfkeli bir şekilde:

“–Siz niçin buraya geldiniz? Şu yanındaki yabancıyı, zayıflarımızın inançlarını bozması için mi getirdin?! Bir daha sakın böyle bir şey yapmaya kalkma! Eğer canınızı seviyorsanız hemen buradan gidin!” dedi.

Feraset sâhibi ve basiretli bir sahabi olan Mus’ab -radıyallâhu anh- ona:

“–Biraz oturup söyleyeceklerimi dinler misin? Sen akıllı bir kimsesin, sözlerimi beğenirsen kabul edersin, beğenmezsen kabul etmezsin.” dedi. Üseyd:

“–Yerinde bir söz söyledin!” dedikten sonra, mızrağını yere saplayıp yanlarına oturdu. Mus’ab, İslam’ı anlatıp Kur’an-ı Kerîm okudu.

Üseyd, Kur’an-ı Kerim’i dinlediği zaman, daha konuşmaya başlamadan önce yüzünde İslam’ın nuru parladı ve kalbi İslam’a yumuşadı. Kur’an-ı Kerim hakkında da:

“–Bu ne güzel, ne yüce bir kelam! Siz bu dîne girmek istediğiniz zaman ne yaparsınız?” dedi.

Üseyd -radıyallâhu anh- kalkıp, Hazret-i Mus’ab ve Es’ad -radıyallâhu anhümâ-’nın tâlimâtı üzere gusletti, elbiselerini temizledi ve şehâdet getirdi. Sonra da iki rekât namaz kıldı ve:

“−Geride öyle bir adam bıraktım ki, o size tâbî olursa, kavminden hiçbir kimse ona muhâlefet etmez. O, Sa’d bin Muâz’dır! Ben şimdi onu size gönderirim!” dedi.

Sa’d, kızgın bir şekilde yanlarına geldi. Fakat nihâyetinde o da Hazret-i Üseyd gibi Mus’ab -radıyallâhu anh-’ı dinleyerek müslüman oldu. Sonra kabîlesinin yanına giderek:

“–Ey Abdüleşheloğulları! Beni nasıl bilirsiniz?” diye sordu. Onlar:

“–Sen bizim seyyidimiz, fikirce en üstünümüz ve reisimizsin.” dediler.

Bunun üzerine Sa’d -radıyallâhu anh-:

“−Siz Allâh’a ve Rasûlü’ne îmân edinceye kadar, erkek ve kadınlarınızla konuşmak bana harâm olsun.” dedi.

O gün akşama kadar bu kabîleden müslüman olmayan kimse kalmadı. (İbn-i Hişâm, II, 43-46; İbn-i Sa’d, III, 604-605; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, I, 112-113)

Efendimiz, liyakatsiz insanlara önemli vazifelerin tevdi edilmesini kıyametin kopmasına sebep görüyordu. Bir gün mecliste Resûlulah sallallahu aleyhi ve sellem etrafındaki sahabilere birşeyler anlatırken, bir bedevi geldi ve

- Kıyamet ne zaman kopacak? diye sordu.

Resûlulah sallallahu aleyhi ve sellem sözünü kesmeyip konuşmasına devam etti. (O kadar ki) oradakilerden kimisi (kendi içinden) "Bedeviyi işitti ama, sorusundan hoşlanmadı"; kimisi de " Galiba işitmedi" diye durumu yorumladı. Derken Resululah sallallahu aleyhi ve sellem, sözünü bitirince

-"O, kıyameti soran nerede?" buyurdu. Bedevi;

-Benim, buradayım ya Resulellah! dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber;

-"Emanet zayi edildi mi kıyameti bekle!" buyurdu. Bedevi;

-Emanet nasıl zayi olur? dedi. Resululah sallallahu aleyhi ve sellem de;

-"İş, ehil olmayana verildi mi kıyameti bekle!" buyurdu. (Buhârî, İlim 2)

Değerli Müslümanlar!

Şüphesiz emaneti ehline vermek sorumluluğu bizler için de geçerli olduğu gibi, bizim de emanet ehli Müslümanlar olmamız kaçınılmazdır. Çünkü bize de emanet edilen şeyler vardır. Peygamber Efendimiz bu gerçeği bizlere şöyle haber veriyor:

كُلُّكُمْ رَاعٍ وَمَسْئُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ ، فَالإِمَامُ رَاعٍ ، وَهْوَ مَسْئُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ ، وَالرَّجُلُ فِى أَهْلِهِ رَاعٍ ، وَهْوَ مَسْئُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ ، وَالْمَرْأَةُ فِى بَيْتِ زَوْجِهَا رَاعِيَةٌ وَهْىَ مَسْئُولَةٌ عَنْ رَعِيَّتِهَا ، وَالْخَادِمُ فِى مَالِ سَيِّدِهِ رَاعٍ ، وَهْوَ مَسْئُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ

Hepiniz birer çobansınız/sorumlusunuz ve hepiniz yönettiklerinizden mesulsünüz. Devlet başkanı bir sorumludur ve yönettiklerinden mesuldür. Evin beyi bir sorumludur ve yönettiklerinden mesuldür. Evin hanımı da bir sorumludur ve yönettiklerinden mesuldür. Köle de efendisinin malı üzerinde bir sorumludur ve yönettiklerinden mesuldür.”(Buhari İstikraz 20)

Dinimiz İslam, vatanımız, al bayrağımız bizlere emanettir. Bu kutsal emanetlere sahip çıkmak şüphesiz her bir vatandaşımızın en asli ve en şerefli vazifelerindendir. Bu kutsal emanetler, Peygamberimizden ashab-ı kirama, ashaptan ecdada, ecdadımızdan bize ulaşan emanetlerdir. Bu emanetler uğruna canlar feda edilmiş, anadan-yardan ve serden geçilmiştir. Bu emanetler;

Ardına bakmadan yollara düşen,

Şimşek gibi çakan, sel gibi coşan,

Huduttan hududa yol bulup koşan,

Cepheden cepheyi soranların bizlere emanetidir. Bizler bu şuur ile emanetlere sahip çıkmalı, üzerinde güvenle yaşadığımız vatan topraklarının, bizleri medeniyet öğretecek kadar asil kılan, Allah’tan başkasına boyun eğdirmeyen yüce dinimizin, şair Arif Nihat’ın da dile getirdiği gibi;

Dalgalandığın yerde ne korku, ne keder…
Gölgende bana da, bana da yer ver.
Sabah olmasın, günler doğmasın ne çıkar:
Yurda ay yıldızının ışığı yeter. Gölgesinde korkusuzca yaşadığımız bayrağımızın kıymetini bilmeli ve emanetlere sahip çıkmalıyız. Yoksa biraz önce bahsettiğimiz hadis-i şerifte buyurulduğu gibi, kıyametimiz kopar.

Sağlığımız emanettir. Sağlığımızı korumak ve bedenen sağlam bir vücuda sahip olmak hem kaliteli bir hayat yaşamamıza hem de Rabbimize karşı olan kulluk vazifelerimizi en güzel şekilde yerine getirebilmemize olanak sağlayacaktır. Sağlığına dikkat eden insan haddi zatında “Emanet Ehli” bir insan olduğunu göstermektedir.

Ailemiz emanettir. Eşlerimize (kadın-erkek) lütufkâr olmak, meşru dairede daima onların iyiliğini ve mutluluğunu istemek, bir taraftan dünyalarını ma’mur ederken öteki taraftan maneviyatlarını ve ahiretlerini de ihmal etmemek, kendi mutluluğumuzu onların gönül rahatlığında ve huzurlarında bulabilmek bizim emanet ehli insan olduğumuzu gösterir.

Öğrenci, öğretmeninin elinde emanettir. Talebesini eğitirken, onu önemseyen ve ona lazım olacak dini ve dünyevi bilgileri öğretmeyi görev bilen, öğrencisinin başarısız veya mutsuz zamanlarında uykuları kaçan öğretmen emanet ehli bir öğretmendir.

Hasta, doktora emanettir. Mesuliyetinin bilincinde olan bir doktor, bir hastayı Allah’ın izniyle şifayab etmesi sanki bütün insanlara hayat bağışlamış kadar sevap olduğunu bilir, onu ihmal ederse sanki bütün insanları öldürmüş gibi günahkâr olacağını bilir ve bu şuurla vazifesini icra eder neticede emanet ehli bir doktor olur.

Vatandaş, kamu hizmeti sunanlara emanettir. Kamu hizmetinde bulunan her amir, her memur ve her işçi, vazifesini emanet şuuruyla icra eder ve maişetini kazandığı bu işe gereken ehemmiyeti gösterir emanete sahip çıkarsa, hem Hakka hizmet etmiş olur hem de halka. Böylelikle emanet ehlinden olur.

Sonuç olarak her birimiz emanet ehli insanlar olmalıyız. Zira Peygamber Efendimiz emanetin iman ile olan güçlü bağını şöyle dikkatlerimize arz edip bizleri ikaz ediyor:

لا إيمانَ لمن لا أمانةَ له ، ولا دينَ لمن لا عهدَ له

Emaneti olmayanın imanı, ahdine riayet etmeyenin dini yoktur” (A. Hanbel Müsned)

وآخر دعوانا أن الحمد لله رب العالمين

VAAZI İNDİR

Hazırlayan: Ahmet KADIOĞLU / Arifiye Vaizi

Facebook Yorumları