okunma
Hz. Şuayb üzerinden Mal ile İlişkimiz
Yüce Allah (c.c.) rahmetinin gereği nice peygamberler göndermiştir. Adem (a.s).’den son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v).’ya kadar gönderilen elçilerin haberleri, Kur’an’ı Kerim’in farklı sûrelerinde kıssalar halinde anlatılmıştır. Bu kıssalar, yaşanmış bitmiş tarihi olaylardan ibaret değildir. Bilakis kıyamete kadar, insanlığın geçmişten ibret alacağı, ders çıkaracağı, önceki toplumların iyi veya kötü durumlarının hatırlatıldığı ayetlerdir.
Bütün peygamberler tevhid ve adalet ilkesinin yeryüzüne hakim olması için mücadele etmişlerdir. Bu iki ilkenin olmadığı toplumlarda, refah seviyesi ne kadar yüksek olursa olsun insanlıktan, insanî ve ahlakî değerlerden bahsetmek mümkün değildir. Peygamberler zincirinin bir halkası olan Şuayb (a.s.)’da tevhitten uzaklaşmış, akidesi bozulmuş, adalet terazilerini yitirmiş Medyen ve Eyke halkına peygamber olarak gönderilmiştir.
Müreffeh bir hayat süren Medyen ve Eyke halkı, ataları Hz. İbrahim’in (a.s.) dini üzereydi. Ancak zamanla hanîf dinini tahrif etmişlerdi. Kendilerine uydurma ilahlar edinmiş, Allah’a (c.c.) şirk koşmuşlardı. Ticari hayatta ise dürüstlükten uzaklaşmışlardı. İşleri hileli, ölçü ve tartıları eksikti. Zenginliklerini hile ile elde etmişlerdi. Allah’ın kendilerine verdiği nimetlere şükredip kanaat göstermemişlerdi. Bilakis yol keserek baskı ve tehditle insanların mallarını gasbetmişlerdi. Böylece onlar, fakir fukaraya zulmederek toplumdaki dirlik ve düzeni bozmuşlardı. (Kur’an Yolu, III, 192.)
Şuayb (a.s.)’ın Halkını Tevhide ve Adalete Çağırması:
Resul-ü Ekrem (s.a.v.)’in kendisinden peygamberlerin hatibi “Hatibü’l-enbiya” olarak bahsettiği Hz. Şuayb, tatlı ve beliğ ifadelerle insanları Allah’ın dinine davet etmiş, zulüm ve her türlü haksızlıktan vazgeçmeleri uyarısında bulunmuştur. Hz.Şuayb’ın onlara yaptığı uyarı, tevhid ilkesinin yanında ticaret ahlakıyla da ilgili olmuştur. Bu da Medyen halkının ticaretle sıkı bir ilişki içerisinde olduğunu göstermektedir. Bu husus Kur’an’ı Kerim’de şöyle anlatılmıştır;
وَإِلَى مَدْيَنَ أَخَاهُمْ شُعَيْبًا قَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُواْ اللّهَ مَا لَكُم مِّنْ إِلَهٍ غَيْرُهُ وَلاَ تَنقُصُواْ الْمِكْيَالَ وَالْمِيزَانَ إِنِّيَ أَرَاكُم بِخَيْرٍ وَإِنِّيَ أَخَافُ عَلَيْكُمْ عَذَابَ يَوْمٍ مُّحِيطٍ
وَيَا قَوْمِ أَوْفُواْ الْمِكْيَالَ وَالْمِيزَانَ بِالْقِسْطِ وَلاَ تَبْخَسُواْ النَّاسَ أَشْيَاءهُمْ وَلاَ تَعْثَوْاْ فِي الأَرْضِ مُفْسِدِينَ
بَقِيَّةُ اللّهِ خَيْرٌ لَّكُمْ إِن كُنتُم مُّؤْمِنِينَ وَمَا أَنَاْ عَلَيْكُم بِحَفِيظٍ
“Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı gönderdik. Onlara şöyle dedi: ‘Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, O’ndan başka tanrınız yoktur. Ölçüyü, tartıyı eksik tutmayın. Ben sizi maddi bakımdan iyi bir durumda görüyorum; ama doğrusu hakkınızda kuşatıcı bir azap gününden de korkuyorum. Ey kavmim! Ölçüyü, tartıyı adaletle tam yapın; insanların mallarının değerini düşürmeyin, yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın. Eğer müminseniz Allah’ın bıraktığı (meşru) kazanç sizin için daha hayırlıdır. Ben üzerinize bir bekçi değilim.’” (Hud, 11/84-86.)
Böylece Şuayb (a.s.) Medyen halkınn helakına sebep olacak her türlü ticari ahlaksızlıklardan ve insanlara yaptıkları zulümden vazgeçmeleri gerektiğini hatırlatmıştı. Ticaretlerine dürüstçe ve Allah’ın takdir ettiği insaf hudutları içinde devam etmeleri gerektiğini bildirmişti. Bu durumun hem kendileri hem de halk için en hayırlı yol olduğunu ve bu güzel hasletlerin başının ise Allah’a iman etmek olduğunu onlara anlatmıştı.
Zulüm ve gayri meşru kazancı kendilerine meslek edinen Medyen’in ileri gelenleri bu tekliften hiç hoşlanmadılar ve şu mukabelede bulundular;
قَالُواْ يَا شُعَيْبُ أَصَلاَتُكَ تَأْمُرُكَ أَن نَّتْرُكَ مَا يَعْبُدُ آبَاؤُنَا أَوْ أَن نَّفْعَلَ فِي أَمْوَالِنَا مَا نَشَاء إِنَّكَ لَأَنتَ الْحَلِيمُ الرَّشِيدُ
“Ey Şuayb! Atalarımızın taptığı şeylerden yahut mallarımız hususunda dilediğimizi yapmaktan vazgeçmemizi sana ibadetin (dinin) mi emrediyor? Oysa sen uyumlu ve akıllı birisin!” dediler. (Hud, 11/87)
“Oysa sen uyumlu ve akıllı birisin!” ifadelerinden inkârcıların, aklı başında bir kimsenin, yanlış da olsa toplum içinde yerleşmiş gelenek ve göreneklere karşı çıkmasının doğru olmadığına inandıkları, bu sebeple Şuayb’ın uyarılarını yadırgadıkları anlaşılmaktadır. Bununla birlikte bu sözü Şuayb ile alay etmek için söylemiş olmaları ihtimali de vardır. Daha önce de Şuayb’ın ibadeti ve davranışlarıyla alay etmiş olmaları onun aklı başında biri olduğuna inanmadıklarını göstermektedir. (Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 193-194)
Hz.. Şuayb (a.s.) ise kavminin bu sözlerine şöyle mukabelede bulunmuştur;
قَالَ يَا قَوْمِ أَرَأَيْتُمْ إِن كُنتُ عَلَىَ بَيِّنَةٍ مِّن رَّبِّي وَرَزَقَنِي مِنْهُ رِزْقًا حَسَنًا وَمَا أُرِيدُ أَنْ أُخَالِفَكُمْ إِلَى مَا أَنْهَاكُمْ عَنْهُ إِنْ أُرِيدُ إِلاَّ الإِصْلاَحَ مَا اسْتَطَعْتُ وَمَا تَوْفِيقِي إِلاَّ بِاللّهِ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَإِلَيْهِ أُنِيبُ
“Ey kavmim! Bir de şöyle düşünün: Ya benim, rabbimden açık bir delilim varsa ve O bana tarafından güzel bir nasip vermişse! Size yasakladığımı kendim yapmak niyetinde değilim. Ben sadece gücümün yettiği kadar ıslah etmek istiyorum. Fakat başarmam Allah’ın yardımına bağlıdır. Yalnız O’na dayanıyor ve O’na yöneliyorum.” (Hud,11/88)
Şuayb (a.s.) onca uyarı ve ikazlara rağmen kavminin bu inkarcı tutumlarının neticesinde akibetlerinin felaket olabileceği uyarısında bulunarak şöyle demiştir;
وَيَا قَوْمِ لاَ يَجْرِمَنَّكُمْ شِقَاقِي أَن يُصِيبَكُم مِّثْلُ مَا أَصَابَ قَوْمَ نُوحٍ أَوْ قَوْمَ هُودٍ أَوْ قَوْمَ صَالِحٍ وَمَا قَوْمُ لُوطٍ مِّنكُم بِبَعِيدٍ
وَاسْتَغْفِرُواْ رَبَّكُمْ ثُمَّ تُوبُواْ إِلَيْهِ إِنَّ رَبِّي رَحِيمٌ وَدُودٌ
“Ey kavmim! Sakın bana karşı muhalefetiniz sizi, Nûh kavminin veya Hûd kavminin yahut Sâlih kavminin başlarına gelenlerin benzeri bir musibetin başınıza gelmesine sebep olacak günahlar işlemeye sürüklemesin! Lût kavmi zaten sizden uzak değildir.”
“Rabbinizden bağışlanmayı dileyin, sonra O’na tövbe edin. Muhakkak ki rabbimin merhameti ve sevgisi boldur” dedi.” (Hud, 11/89-90)
Hz. Şuayb (a.s.) âyette adları geçen kavimlerin başlarına gelen felâketlerin bir benzerinin kendi kavminin başına gelmesinden endişe ettiği için onları uyarmış, sözlerin en güzelini söyleyerek, tebliğ vazifesini tam manasıyla yerine getirmişti. Medyen ahalisi ise, O’nu inkar etmekle kalmayıp, kavminin ileri gelenleri arasında akrabaları olmasa, kendisini taşlayıp öldürecekleri tehdidinde bulunmuşlardı. (Hud,11/91)
Buna karşılık Hz. Şuayb (a.s.)şu ibretli cevabı vermiştir;
قَالَ يَا قَوْمِ أَرَهْطِي أَعَزُّ عَلَيْكُم مِّنَ اللّهِ وَاتَّخَذْتُمُوهُ وَرَاءكُمْ ظِهْرِيًّا إِنَّ رَبِّي بِمَا تَعْمَلُونَ مُحِيطٌ
Şuayb da, “Ey kavmim! Size göre benim kabilem Allah’tan daha mı hatırlı ki O’nu arkanıza atıp unuttunuz. Şüphesiz ki rabbim yaptıklarınızı kuşatmıştır. (Hud,11/92)
Hz. Şuayb'ın davetini devam ettirdiğini gören müşrik liderler, alay ve hakaretlerinden bir netice alamayınca, işi tehditle halletmek istediler:
قَالَ الْمَلأُ الَّذِينَ اسْتَكْبَرُوا مِنْ قَوْمِهِ لَنُخْرِجَنَّكَ يَا شُعَيْبُ وَالَّذِينَ آمَنُوا مَعَكَ مِنْ قَرْيَتِنَا أَوْ لَتَعُودُنَّ فِي مِلَّتِنَا قَالَ أَوَلَوْ كُنَّا كَارِهِينَ
"Kavmin ileri gelenlerinden büyüklük taslayanlar dediler ki: 'Ey Şuayb! Seni ve seninle beraber iman edenleri, mutlaka ülkemizden çıkaracağız. Yahut da bizim dinimize döneceksiniz.' Şuayb da, şöyle dedi: 'İstemesek de mi?
قَدِ افْتَرَيْنَا عَلَى اللَّهِ كَذِبًا إِنْ عُدْنَا فِي مِلَّتِكُمْ بَعْدَ إِذْ نَجَّانَا اللَّهُ مِنْهَا وَمَا يَكُونُ لَنَا أَنْ نَعُودَ فِيهَا إِلَّا أَنْ يَشَاءَ اللَّهُ رَبُّنَا وَسِعَ رَبُّنَا كُلَّ شَيْءٍ عِلْمًا عَلَى اللَّهِ تَوَكَّلْنَا رَبَّنَا افْتَحْ بَيْنَنَا وَبَيْنَ قَوْمِنَا بِالْحَقِّ وَأَنْتَ خَيْرُ الْفَاتِحِينَ
“Eğer, Allah bizi sizin dininizden kurtarmışken, tekrar ona dönecek olursak, Allah'a yalan yere iftirada bulunmuş oluruz. Rabbimiz olan Allah'ın dilemesi müstesna, sizin dininize dönmemiz mümkün değildir. Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz, sadece, Allah'a dayanırız. Ey Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında hak İle hükmünü ver. Sen, hüküm verenlerin en hayırlısısın.”
وَقَالَ الْمَلَأُ الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْ قَوْمِهِ لَئِنِ اتَّبَعْتُمْ شُعَيْبًا إِنَّكُمْ إِذًا لَخَاسِرُونَ
Kavminin ileri gelen kâfirleri şöyle dediler: Yemin olsun ki, eğer Şuayb'a uyarsanız, andolsun ki, o takdirde mutlaka zarara düşersiniz!” (Araf, 7/88-90.)
Medyen ve Eyke Halkının Helakı:
Kur'ân-ı Kerim, Medyen ve Eyke halkının uğratıldığı azaptan çok kısa bahsetmiş, teferruata girmemiştir. Medyen halkı korkunç bir gürültüyle birlikte meydana gelen şiddetli bir depremle, Eyke halkı ise gölge azâbıyla helak edilmiştir. Hz. Şuayb ve ashabının ise Allah'ın rahmetiyle her iki azaptan kurtulduğu bildirilmiştir. Bu konunun bildirildiği ayet-i kerimelerde şöyle buyrulmuştur;
فَأَخَذَتْهُمُ الرَّجْفَةُ فَأَصْبَحُوا فِي دَارِهِمْ جَاثِمِينَ
"Derken onları şiddetli bir deprem yakalayıverdi de evlerinde dizüstü çökekaldılar.
اَلَّذِينَ كَذَّبُوا شُعَيْبًا كَأَنْ لَمْ يَغْنَوْا فِيهَا اَلَّذِينَ كَذَّبُوا شُعَيْبًا كَانُوا هُمُ الْخَاسِرِينَ
Böylece Şuayb'ı yalanlayanlar, sanki orada hiç sefa sürmemiş gibi oldular. Asıl hüsrana uğrayanlar, Şuayb'ı yalanlayanlar olmuştu.
فَتَوَلَّى عَنْهُمْ وَقَالَ يَا قَوْمِ لَقَدْأَبْلَغْتُكُمْ رِسَالاَتِ رَبِّي وَنَصَحْتُ لَكُمْ فَكَيْفَ آسَى عَلَى قَوْمٍ كَافِرِينَ
Şuayb onlardan öteye döndü ve, 'Ey kavmim, size Rabbimin mesajını ilettim, size öğüt de verdim; şimdi kâfir bir kavme nasıl acırım?' dedi. (Araf, 7/91-93)
وَلَمَّا جَاءَ أَمْرُنَا نَجَّيْنَا شُعَيْبًا وَالَّذِينَ آمَنُوا مَعَهُ بِرَحْمَةٍ مِنَّا وَأَخَذَتِ الَّذِينَ ظَلَمُوا الصَّيْحَةُ فَأَصْبَحُوا فِي دِيَارِهِمْ جَاثِمِينَ كَأَنْ لَمْ يَغْنَوْا فِيهَا أَلَا بُعْدًا لِمَدْيَنَ كَمَا بَعِدَتْ ثَمُودُ
Emrimiz geldiğinde, Şuayb'ı ve beraberinde iman edenleri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık. O zulmedenleri ise, dehşet verici bir ses yakaladı ve yurtlarında çöküp kaldılar. Sanki orada şenlik kurmamışlardı. Bak işte Semûd gibi Medyen de defolup gitti. (Hud, 11/94-95.)
Medyen kavminin helaki hakkında biri şiddetli bir deprem, diğeri korkunç bir gürültü olarak iki felâketten bahsedilmesi, bu iki hâdisenin birlikte vuku bulduğunu göstermektedir. Buna göre, korkunç bir gürültüyle birlikte şiddetli bir deprem meydana gelmiş olmalıdır.
Ayrı bir bölgede yaşayan Eyke halkı da şirk batklığına saplanmış, ticarî ahlâksızlıklar içerisinde bir hayat sürüyorlardı. Ölçüde tartıda hile yapıyorlar, terazilerin ayarlarını bozarak haksız kazançlarla başkasının hakkını yiyorlar, kul hakkına riayet etmiyorlar çeşitli yolsuzluklarla elde ettikleri haksız kazançlarla sermayelerini arttırıyorlardı. Yemen ile Suriye’yi birleştiren ticaret kervan yollarının üzerinde yerleşim merkezleri olduğu için onların yollarını kesip, ellerinde ve avuçlarında ne varsa yağmalıyorlardı. Onlardan ağır haraçlar ödemedikçe hiçbir kervanın geçmesine izin vermiyorlardı. Eyke halkı da Medyenliler gibi Şuayb (a.s)'ı yalanlamışlar, ve böylece “gölge günü” nün azabıyla helâk olmuşlardı.
Eykeliler’in bir kara buluttan çıkan alevli ateşle helâk olmaları ibretlik bir hadiseydi. Çünkü bu kara buluttan çakan yıldırımların kıvılcımlarıyla Eykeliler cezalandırılmışlardır. Onlar alev alev bir sıcaktan kaçarken serinlemek için sevinçle gölgesine koştukları bir başka kıvılcımlar saçan azap bulutunun arasında yok olup gitmişlerdi.
Hz. Şuayb (a.s.)’ın kıssasının anlatıldığı ayetlerde Yüce Allah, tevhidin önemini bir kez daha dikkatlere sunmuştur. Çünkü tevhid, mekanları ve çağları aşan bir inançtır. Tarih boyunca gelen bütün peygamberlerin insanlara ilan ettiği mesaj, Allah’tan başka hiçbir tanrı olmadığı inancıdır. Buna göre bütün varlıkların yaratıcısı, yöneticisi, yol göstericisi ve her türlü ihtiyaçlarını karşılayan Yüce Allah’tır. Dolayısıyla kulluk da sadece O’na yapılmalıdır.
Peygamberlerin görevi sadece inançta tevhidi sağlamakla sınırlı değildir. Çünkü Allah’ın dini hayatın ilahi buyruklar çerçevesinde düzenlenmesini gerektirir. Dolayısıyla peygamberler, haksızlıkların olmadığı, ahlâki bir toplumun inşası için gereken esasları da insanlara bildirmişlerdir. Malın korunması da bunlardan birisidir. Kur’an’ı Kerim, ticaretin gönül rızasıyla ve harama bulaşmadan yapılması gerektiğini bu kıssa vesilesiyle bir kez daha ortaya koymuştur. Adaleti ve ahlakı göz ardı eden eden ticari faaliyetleri ise kesinlikle yasaklamıştır. İşte Hz. Şuayb (a.s.)’ın kıssası adil bir düzenin hakim olduğu ahlaklı bir toplumun oluşturulmasını öğütlemektedir. Yine bu kıssa, hak hukuk tanımayanların, ilahi değerlere engel olanların ve bozgunculuk çıkaranların akıbetinin kötü olacağı uyarısında bulunmaktadır. (Hayat Rehberi Kur’an, c.2. s.288)
Günümüz Müslümanının en zor sınavlarından birisi de mal ile olan sınavdır. İnsan yaratılış itibariyle mala ve mülke karşı büyük bir temayül içindedir, Hiç şüphesiz mülkün gerçek sahibi Yüce Allah’tır. (Al-i İmran,3/26) Allah (c.c.) malı, mülkü, serveti, eşi, evladı kısacası insana lütfettiği tüm nimetleri imtihan vesilesi bir emanet olarak vermiştir. Buradaki temel problem malın olup olmaması değildir. Asıl problem, insanın mala, mülke, eşyaya, evlada nasıl bir anlam yüklediği ile alakalıdır.
Kur’an’ı Kerim, insanoğlunun dünyaya aşırı bir şekilde bağlanıp kalmasına neden olan, dünyanın çekici özelliklerinin aslında ahiretle kıyaslandığında daha değersiz şeyler olduğunu, kalıcı olan salih (iyi) davranışların ise Allah katında hem sevapça daha hayırlı hem de ümit bağlamaya daha layık olduğunu şöyle bildirmiştir;
الْمَالُ وَالْبَنُونَ زِينَةُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَالْبَاقِيَاتُ الصَّالِحَاتُ خَيْرٌ عِندَ رَبِّكَ ثَوَابًا وَخَيْرٌ أَمَلًا
Servet ve oğullar, dünya hayatının süsüdür; kalıcı olan iyi davranışlar ise rabbinin nezdinde hem sevapça daha hayırlı hem de ümit bağlamaya daha lâyıktır. (Kehf, 18/46)
Servet biriktirmek, dünya metaından faydalanmak, insan fıtratında var olan bir olgudur. Kur’an-ı Kerim bunu; “O (insan) mal sevgisine aşırı derecede düşkündür”(Adiyat, 100/8) şeklinde ifade etmiştir. Allah Resulü (s.a.v) de aynı konuya işaret ederek “Âdemoğlunun iki vadi dolusu malı olsa üçüncüsünü ister. Âdemoğlunun karnını ancak toprak doldurur.” buyurmuştur. ( Buhari, Rikâk, 10)
Toplumların birlik ve beraberliklerinin devamı, birbirlerine olan güvene bağlıdır. Bu güveni tesis ederken en önde gelen davranışlardan biri de insanlar arasında mal güvenliğinin sağlanmasıdır. İslam ticaret ahlakında malın kazanılması ve sarfedilmesi konusunda sınırsız özgürlükler yoktur. Mal ve servet elde edilirken helal ve meşru yollardan kazanılmalı, sarfederken de saçıp savurmadan, israf etmeden helal ve meşru yerlere sarfedilmelidir. Nitekim Yüce Allah (c.c.) bu konuda şu uyarıyı yapmaktadır;
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لاَ تَأْكُلُواْ أَمْوَالَكُمْ بَيْنَكُمْ بِالْبَاطِلِ إِلاَّ أَن تَكُونَ تِجَارَةً عَن تَرَاضٍ مِّنكُمْ وَلاَ تَقْتُلُواْ أَنفُسَكُمْ إِنَّ اللّهَ كَانَ بِكُمْ رَحِيمًا
“Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda haksızlıkla yemeyin; ancak karşılıklı rızânıza dayanan ticaret böyle değildir ve kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah size karşı çok merhametlidir.” (Nisa,4/29)
Nitekim Şuayb Peygbamberin gönderildiği Medyen ve Eyke halkının helak oluş sebeplerinin başında, ölçü ve tartı konusunda hak hukuk tanımamaları gelmektedir. Yüce Rabbimizin bizlerden istemiş olduğu hassas konulardan birisi de ölçü ve tartıyı hassasiyetle yerine getirmektir. Ayet-i Kerimelerde şöyle buyrulmaktadır.
وَأَوْفُوا الْكَيْلَ إِذا كِلْتُمْ وَزِنُواْ بِالقِسْطَاسِ الْمُسْتَقِيمِ ذَلِكَ خَيْرٌ وَأَحْسَنُ تَأْوِيلاً
Ölçtüğünüz zaman tastamam ölçün ve doğru terazi ile tartın. Bu hem daha iyidir hem de sonucu daha güzeldir. (İsra:35)
وَيْلٌ لِّلْمُطَفِّفِينَ الَّذِينَ إِذَا اكْتَالُواْ عَلَى النَّاسِ يَسْتَوْفُونَ وَإِذَا كَالُوهُمْ أَو وَّزَنُوهُمْ يُخْسِرُونَ أَلَا يَظُنُّ أُولَئِكَ أَنَّهُم مَّبْعُوثُونَ لِيَوْمٍ عَظِيمٍ يَوْمَ يَقُومُ النَّاسُ لِرَبِّ الْعَالَمِينَ
- Eksik ölçüp tartanların vay haline!
-Onlar, insanlardan ölçerek bir şey aldıklarında tam ölçerler.
- Kendileri başkalarına vermek için ölçüp tarttıklarında ise haksızlık ederler (eksiltirler).
- Onlar, o büyük gün için insanların âlemlerin rabbinin huzuruna çıkacakları gün için- diriltileceklerini akıllarına getirmiyorlar mı? (Mutaffifin, 1-6)
Büyük Müfessir Elmalılı M. Hamdi YAZIR, bu âyet-i kerimelerin tefsirinde: “Böyle az bir şeyi çalan veyli hak ederse, çok çalanların kaç katlı veyli hak edecekleri düşünülmeli” demiştir.
Ticaret ahlâkının en önemli ilkelerinin başında doğruluk ve dürüstlük gelmektedir. Peygamberimiz de ticarî hayata ölçüler getirmiş, dürüst ticaret yapan kimselere şu müjdeyi vermişti;
عَنْ أَبِى سَعِيدٍ عَنِ النَّبِىِّ (صعلم) قَالَ التَّاجِرُ الصَّدُوقُ الأَمِينُ مَعَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَالشُّهَدَاءِ.
Doğru ve güvenilir tüccar (kıyamet günü) nebilerle, sıddıklarla ve şehitlerle beraberdir. (Tirmizi, Büyu, 1/1252)
Allah Resulü yine bir gün pazar yerinde dolaşırken bir buğday satıcısı dikkatini çekmiş, kuru görünen buğday yığınına elini daldırmış, ancak çuvalın altı göründüğü gibi olmadığını anlamıştı. Parmakları ıslanan Peygamberimiz, satıcıya bu ıslaklığın sebebini sorunca, adam buğdayların yağmurdan ıslandığını söylemişti. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Öyleyse insanların görmeleri için ıslak olan kısmı üste koyman gerekmez miydi?” buyurarak şöyle uyarmıştı; من غشّنا فليس منَّا “Bizi aldatan, bizden değildir!” (Müslim, İman, 164; Darimî, Büyû', 10.)
Öyleyse mümin, helal kazanç uğruna ter dökerken, attığı her adımda ibadet bilinci taşımalıdır. Müşteriyi aldatmanın,kusurlu mal satmanın, malı satmak için yemin etmenin, ölçü ve tartıda hile yapmanın, müşteri kızıştırmanın, karaborsacılık vb. gayri ahlaki ticari faaliyetlerin dinen yasaklandığı, büyük ticari karlar elde edilmiş gibi zannedilse de, haksızlıkla elde edilen kazanç olduğu bilinmelidir.
İslam hukuku, şahıslar arası hukukî ve medeni ilişkilerde rıza pensibine büyük önem vermiş, izni ve rızası bulunmadan bir kimsenin malında tasarrufta bulunmayı, ondan kazanç sağlamayı yasaklamıştır. Meşru bir sebebe dayanmaksızın mal edinmek yasaklanmıştır. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.) bu konuda şu uyarılarda bulunmuştur;
"Hiçbiriniz kardeşinin herhangi bir malını ciddi olarak veya şaka yoluyla almasın. Biriniz arkadaşının bir değneğini bile alsa, onu iade etsin." (Ebû Dâvûd, "Edeb", 93; Tirmizî, "Fiten", 3),
"Bir şeyi alan el, onu hak sahibine vermediği sürece tazminle mükelleftir." (Ebû Dâvûd, "Büyû`", 90) buyurularak, haksız şekilde iktisap edilen şeylerin hak sahibine iadesi de istenmiştir.
Cenab-ı Hakkın (c.c.) koyduğu temel ilke ve prensipler dışında haksız yere bir malı elde etmek, kul hakkını ihlal etmek demektir. Allah’ın huzuruna kul hakkı ile çıkmanın, çok ağır bir vebali vardır. Çünkü böyle bir günahın Allah tarafından bağışlanması, hak sahibinin affetmesi şartına bağlanmıştır. Hak sahibi, hakkını almadıkça veya bu hakkından vazgeçmedikçe, Allah kul hakkı yiyenin günahını affetmemektedir.
Allah Resûlü (s.a.v.) bir gün ashâbına:
“–Müflis kimdir, biliyor musunuz?” diye sormuştu. Onlar:
“–Bize göre müflis, parası ve malı olmayan kimsedir” şeklinde cevap verdiler. Bunun üzerine Resûlullah şöyle buyurdu:
“–Şüphesiz ki ümmetimin müflisi şu kimsedir: Kıyamet günü namaz, oruç ve zekât sevabıyla gelir. Fakat şuna sövdüğü, buna zina isnâd ve iftirasında bulunduğu, şunun malını yediği, bunun kanını döktüğü ve şunu dövdüğü için iyiliklerinin sevabı şuna buna verilir. Üzerindeki kul hakları bitmeden sevapları biterse, hak sahiplerinin günahları kendisine yükletilir ve netîcede Cehenneme atılır.” (Müslim, Birr 59; Tirmizî, Kıyâmet 2; Ahmed, II, 303, 324, 372) buyurmuştu.
SONUÇ
Kur’an’da anlatılan kıssalar, imani ve ahlaki pek çok problemi gündeme getirmektedir. İlk Peygamber Adem (a.s.)’den son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)’ ya kadar bütün peygamberler Tevhid ve Adalet ilkesinin yeryüzüne hakim olması için mücadele etmişlerdir. Şuayb kıssası da, Allah’tan gayrı ilahlar edinmiş bir toplumu tevhide davet etmiş,küçük gibi görülen ölçü ve tartıda hile yapmak, yol keserek haksız yere insanların mallarını almak gibi gayri ahlaki problemlere dikkat çekmiştir. Kıssada üzerinde durulan ölçü ve tartıda hile konusu diğer yolsuzluk çeşitlerini de kapsamaktadır. Ölçü ve tartıda hile yapılmaması adaletin gereğidir. Bu bağlamda tevhid ve adalet insanlığın huzur içinde yaşayabilmesi için hayati öneme sahiptir. Bu iki temel ilkeden yoksun milletlerin çökmesi ve yıkılması ise kaçınılmazdır.
Hazırlayan
Erenler Müftülüğü
Uzman Vaiz Abdullah YILMAZ
VAAZI İNDİR
Facebook Yorumları