menu
İSLAM'DA SAVAŞ HUKUKU
İSLAM'DA SAVAŞ HUKUKU
Haftanın Vaazı.. 09.02.2024 tarihli; "İslam'da Savaş Hukuku" konulu haftanın vaazı sitemize yüklenmiştir.

İslam'da Savaş Hukuku

  بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

وَقَاتِلُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ الَّذِينَ يُقَاتِلُونَكُمْ وَلاَ تَعْتَدُواْ إِنَّ اللّهَ لاَ يُحِبِّ الْمُعْتَدِينَ

Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın. Ancak aşırı gitmeyin. Çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez. ( Bakara, 190 )

Kıymetli Müminler!

Yüce yaratıcımız Allah cc. şu uçsuz bucaksız kainatı yarattığında ona bir nizam koymuş ve  alem bu düzen içerisinde varlığını devam ettiregelmiştir. Bu varlık alemi içerisinde kendisine kulluk vazifesi tevdi edilen insanoğlu da aynı düzenin bir parçası olarak varlığını sürdürmektedir. Diğer bütün mahlukat yaratılış gayesine uygun biçimde itirazsız bu nizama boyun eğerken, kendisine akıl nimeti bahşedilmiş insanoğlu ise zaman zaman nefsine yenik düşerek bu düzeni bozmuş ve yeryüzünde kargaşaya neden olmuştur. Hakkını veya kendisine Hak olarak kabul ettiği menfaatini korumak veya elde etmek için daima hemcinsleriyle çatışmış, bu durum toplumlar arasında olduğunda ise savaşlar meydana gelmiştir. Peki, günümüzde savaş denildiğinde dünya milletleri bunu nasıl anlıyor, bizler Müslümanlar olarak savaş gerçeğini nasıl anlamalıyız. İslam'ın savaşlarla ilgili hükümleri nelerdir? Bugün ki sohbetimizde bu konuya değinmek istiyorum.

SAVAŞ NEDİR?.

Günümüz hukukunda savaş: Milletlerarası münasebetlerde krizlere yol açan anlaşmazlıkların diplomatik girişimler, ara buluculuk ve tahkim başta olmak üzere barışçıl yollarla veya misilleme, abluka, ekonomik ambargo gibi yaptırımlarla giderilememesi durumunda söz konusu olan en şiddetli ilişki biçimidir. Modern devletler hukuku doktrinine göre “tarafların çıkarları doğrultusunda birbirlerine isteklerini zorla kabul ettirmek amacıyla ve devletler hukukunca öngörülmüş kurallar çerçevesinde iki veya daha fazla devlet arasında yapılan silâhlı mücadele” şeklinde tanımlanmıştır.

İslam alimleri ise savaşı: İslâm ülkesinin ve Müslümanların güvenliğini tehdit eden ve Cenâb-ı Hakk’ın bütün insanlığın mutlak yararını gerçekleştirmek üzere gönderdiği son dinin insanlara ulaşmasını engelleyen güçlerle mücadele etmenin ve bu uğurda bütün çabayı göstermenin nihaî çaresi olarak algılamışlardır.

İbn Haldûn’un deyimiyle savaş insanlık tarihi kadar eski bir geçmişe sahiptir ve doğal bir gelişmedir (Mukaddime, II, 37).  Şunu net olarak biliyoruz ki ilk insan ve ilk peygamber olan Hz. Adem'in iki evladı arasında meydana gelen anlaşmazlık Kabil'in Habil'i öldürmesiyle sonuçlanmış ve bu fiil insanlık tarihi boyunca devam ede gelmiştir. Tam da burada şöyle bir soru akla gelmektedir; Müslümanlar sorunlarının çözümünde savaş mefhumunu nasıl değerlendirmelidir. İlk çözüm olarak çatışma ve savaş mı ön planda olacak, yoksa anlaşma ve barışın her türlüsü ilk önce denenmeli midir. Dini her konuda olduğu gibi bu konuda da İslam alimlerinin değerlendirmelerine bir göz atmak gerekir;

SAVAŞ MI?  BARIŞ MI?

SAVAŞI ÖNCELEYEN GÖRÜŞ

Şafii ve Zahiri mezhepleriyle bazı Hanbeli ve Maliki alimlere göre savaşın sebebi küfürdür, yani İslam dininin kabul edilmemesidir. Bu sebepten dolayı İslam'ı benimsemeyenlerle her daim savaş halinde olunmalıdır.  

Bu görüşte olan alimler,                وَقَاتِلُوهُمْ حَتَّى لاَ تَكُونَ فِتْنَةٌ وَيَكُونَ الدِّينُ كُلُّهُ لِلّه

“Fitne kalmayıncaya ve din bütünüyle Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın” meâlindeki âyetlerde geçen (el-Bakara 2/193; el-Enfâl 8/39) fitne kelimesine “şirk ve küfür” anlamı vermişler (Şâfiî, Aḥkâmü’l-Ḳurʾân, s. 390; Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, I, 99, 109), buna bağlı olarak küfürlerinden vazgeçinceye kadar onlarla savaşmanın bir gereklilik olduğunu söylemişlerdir.

 Bu alimlere göre,    فَإِذَا انسَلَخَ الأَشْهُرُ الْحُرُمُ فَاقْتُلُواْ الْمُشْرِكِينَ حَيْثُ وَجَدتُّمُوهُمْ وَخُذُوهُمْ  وَاحْصُرُوهُمْ وَاقْعُدُواْ لَهُمْ كُلَّ مَرْصَدٍ فَإِن تَابُواْ وَأَقَامُواْ الصَّلاَةَ وَآتَوُاْ الزَّكَاةَ فَخَلُّواْ سَبِيلَهُمْ                

 “Haram aylar bitince artık o müşrikleri nerede bulursanız öldürün, onları yakalayıp hapsedin, bütün geçit yerlerinde onları gözleyin. Eğer tövbe eder, namaz kılar ve zekât verirlerse serbest bırakın” âyeti de (et-Tevbe 9/5) herhangi bir durum ya da zaman kaydı olmaksızın gayri müslimlerle savaşmayı emretmektedir. Bu görüşü benimseyenlerin “kılıç âyeti” diye isimlendirdikleri söz konusu âyet sadece savunma savaşına izin veren diğer nassları yürürlükten kaldırmıştır (Cessâs, I, 260; Kiyâ el-Herrâsî, IV, 177). 

Küfrü savaş sebebi olarak kabul eden fakihlerin öne sürdüğü delillerin biri de, “İnsanlarla onlar ‘Allah’tan başka ilâh yoktur’ deyinceye kadar savaşmakla emrolundum” meâlindeki hadistir (Buhârî, “Îmân”, 18; Müslim, “Îmân”, 32; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 95; Tirmizî, “Îmân”, 201).

BARIŞI ÖNCELEYEN GÖRÜŞ

Hanefî, Mâlikî, Hanbelî ve Ca‘ferî mezheplerinin oluşturduğu büyük çoğunlukla İmam Şâfiî’ye nisbet edilen görüşlerden birine göre ise savaşın temel gerekçesi düşmanca tutum ve din özgürlüğünün tanınmamasıdır. Bir başka ifadeyle karşı tarafın İslâm’a ve Müslümanlara yönelik fiilî düşmanlığı ile İslâm’ı tanıtma ve yaşama özgürlüğünün kısıtlanması savaşı doğuran temel sebeptir.

Kur’ân-ı Kerîm’in birçok âyetinde ve özellikle savaşa izin veren ilk âyette savaş sebebinin düşmanın Müslümanlara saldırısı ve onları yurtlarından çıkarmaları olduğunun açıkça belirtilmesi yanında (el-Hac 22/39-40), “Size savaş açanlarla Allah uğrunda siz de savaşın, fakat aşırılığa sapmayın”; “Fitne (baskı ve zulüm) kalmayıncaya ve yalnızca Allah’a kulluk edilinceye kadar onlarla savaşın; ancak vazgeçerlerse zulüm işleyenlerin dışındakilere düşmanlık yoktur” (el-Bakara 2/190, 193); “Müşrikler sizinle nasıl topyekün savaşıyorlarsa siz de onlarla topyekün savaşın” (et-Tevbe 9/36); 

مِنْ أَجْلِ ذَلِكَ كَتَبْنَا عَلَى بَنِي إِسْرَائِيلَ أَنَّهُ مَن قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ أَوْ فَسَادٍ فِي الأَرْضِ فَكَأَنَّمَا قَتَلَ النَّاسَ جَمِيعًا وَمَنْ أَحْيَاهَا فَكَأَنَّمَا أَحْيَا النَّاسَ جَمِيعًا                                                       

“Bu yüzden biz İsrâiloğulları’na bildirdik ki, bir cinayetin veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmanın cezası olması dışında kim bir insanı öldürürse bütün insanlığı öldürmüş gibi olur, kim de bir hayat kurtarırsa bütün insanlığı kurtarmış gibi olur” (el-Mâide 5/32); “İçlerinden zulmedenler hariç Ehl-i kitap’la en güzel şekilde mücadele edin” (el-Ankebût 29/46);  

لَا يَنْهَاكُمُ اللَّهُ عَنِ الَّذِينَ لَمْ يُقَاتِلُوكُمْ فِي الدِّينِ وَلَمْ يُخْرِجُوكُم مِّن دِيَارِكُمْ أَن تَبَرُّوهُمْ وَتُقْسِطُوا إِلَيْهِمْ إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُقْسِطِينَ       إِنَّمَا يَنْهَاكُمُ اللَّهُ عَنِ الَّذِينَ قَاتَلُوكُمْ فِي الدِّينِ وَأَخْرَجُوكُم مِّن دِيَارِكُمْ وَظَاهَرُوا عَلَى إِخْرَاجِكُمْ أَن تَوَلَّوْهُمْ وَمَن يَتَوَلَّهُمْ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ                                                

“Allah, din konusunda sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere nezaketle ve adaletle davranmanızı yasaklamaz ... Allah yalnızca din konusunda sizinle savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanız için yardım eden kimselere dostlukla yaklaşmanızı yasaklar; kim onlarla dost olursa gerçek zalimler işte onlardır” (el-Mümtehine 60/8-9) meâlindeki âyetler çoğunluğun yaklaşımını desteklemektedir.

 Aynı şekilde savaşa bizzat katılmayan sivillerin ve din âlimlerinin öldürülmesini yasaklayan nasslarla (Şevkânî, VIII, 71 vd.) meşrû gerekçelerle yapılmakta olan bir savaşın düşmanın kendi inancını koruyarak müslümanların hâkimiyetini kabul etmesi halinde sona erdirileceğini öngören âyet (et-Tevbe 9/29), savaşın meşruiyet ölçüsünün karşı tarafın İslâm’ı benimsememesi (küfür) olmadığını göstermektedir. Diğer taraftan İslâm’da insanın aslen mâsum ve kanının akıtılmasının haram olduğu temel ilkesiyle (Abdullah b. Mahmûd el-Mevsılî, V, 28; İbn Kayyim el-Cevziyye, I, 11) fakihlerin savaşın özü itibariyle iyi sayılmadığı anlayışını yansıtan anlatımları da (Kâsânî, VII, 100; Necîb el-Ermenâzî, s. 75; Özel, s. 48) bu görüşü teyit etmektedir.

SAVAŞIN MEŞRUİYYET ZEMİNİ

Başka toplumları kendi egemenliği altına alma, mal ve zenginliklerine el koyma, sömürme, ilâhî mesajın insanlara ulaşmasını engelleme yönündeki faaliyetler tarih boyunca hep devam etmiş, hak ve bâtılın mücadelesi hep var olmuş (el-Kehf 18/56; el-Mü’min 40/5; Muhammed 47/3), dolayısıyla İslâmiyet’te sömürü ve zulmü önleme ve insanlığın huzurunu temin için belli bir aşamadan sonra silâhlı mücadele meşrû kabul edilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu anlamdaki meşruiyetin amacına şöyle işaret edilmiştir: “Eğer Allah insanların bir kısmıyla diğerlerini savuşturmasaydı dünyanın düzeni bozulurdu” (el-Bakara 2/251); “Eğer Allah bazı insanları diğerleriyle savmasaydı manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah’ın ismi çokça anılan mescidler yıkılır giderdi” (el-Hac 22/40).

“Saldırıya uğrayanlara zulme mâruz kaldıkları için savaş izni verildi” meâlindeki âyetlerle (22/39)

. “Antlaşmalarını bozan, peygamberi sürüp çıkarmaya karar veren ve size ilk önce kendileri saldıran toplulukla savaşmayacak mısınız?” âyeti (et-Tevbe 9/13), birde “Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin; Allah’tan âfiyet dileyin. Fakat düşmanla karşılaşınca da sabredin ve bilin ki cennet kılıçların gölgesi altındadır” hadisi (Müslim, “Cihâd”, 20; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 89) bir topluma karşı savaş ilan etmenin meşru sebebi olarak gösterilmiştir.

SAVAŞ ÖNCESİ DÜŞMANA YAPILAN TEKLİF

Meşrû sebeplere bağlı olarak girişilecek bir savaştan önce eğer varsa karşı tarafla yapılmış antlaşmaların bozulduğunun haber verilmesi Kur’ân-ı Kerîm’de açıkça emredilmiştir (el-Enfâl 8/58). Bununla bağlantılı biçimde, “Düşmanla karşılaştığın zaman ona üç seçenek sun. Bunlardan hangisini seçerse sen de kabul et ve onlara dokunma.

 Onları önce müslüman olmaya çağır, kabul ederlerse onlara dokunma. 

Eğer kabul etmezlerse cizye vermelerini iste; olumlu cevap verirlerse kabul et ve kendilerine dokunma.

 Eğer bunu da kabul etmezlerse Allah’tan yardım dileyerek savaş” meâlindeki hadislere dayanan (Müslim, “Cihâd”, 3; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 82) İslâm hukukçuları, kendilerine İslâm tebliği ulaşmayan kimseleri savaştan önce mutlaka dine ve İslâm hâkimiyetini kabule davetin gerekliliği hususunda hemfikirdir.

SAVAŞ OLMAMASI İÇİN TAKİP EDİLEN YOL

Yüce rabbimiz Kur'an'ı Kerimde

 يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ ادْخُلُواْ فِي السِّلْمِ كَآفَّةً وَلاَ تَتَّبِعُواْ خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ إِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُّبِينٌ

Ey iman edenler! Hep birden barışa girin. Sakın Şeytanın peşinden gitmeyin. Çünkü o, apaçık düşmanınızdır. ( Bakara, 208 ) buyurarak iman edenlere sulh ve barışın önemine dikkat çekmiş ve bu buyruğu hayat prensibi olarak kabul eden Hz. Peygamber ve onun yolunu takip eden devlet başkanları da zor durumda kalmadıkça savaşa sıcak bakmamışlardır. Hem peygamberimizin hayatında hem de İslam tarihi boyunca bunun sayısız örneğini görmekteyiz. Şunu açıkça ifade etmeliyiz ki Allah Rasülünün bu dünyadaki en önemli vazifesi İ'layı kelimetullah yani Yüce Allahın birliğini ve yüceliğini her türlü vesile ve imkanı kullanarak daha çok insana ulaştırmaktır. Barış ortamı da bunu sağlayacak imkanlardan bir tanesidir.

Hicretin dokuzuncu yılında peygamberimiz Necranlı hristiyanlara İslama davet mektubu görderdi.Mektubunda İslamı kabul etmelerini, eğer bunu kabul etmezlerse Müslümanların hakimiyeti altında cizye( Güvenlik vergisi ) vermek suretiyle yaşamalarını , bunu da kabul etmezlerse kendileriyle savaşılacağını bildirdi. Halbuki bu davetin yapıldığı zamanda Müslümanlar çok güçlü ve direkt savaş yapsalar geniş topraklar ve de çok fazla miktarda ganimet malı elde edebilecek durumda idiler. Bu konumlarına rağmen kan dökmeyi değil, İslam'ın daha fazla insana ulaşmasını veya en azından daha fazla insanın İslam'ın hakimiyeti altında yaşamasını tercih ettiler.

Kendilerine bu davetin ulaştığı Necranlılar, 14 tanesi ileri gelenlerinden olmak üzere 60 kişilik bir heyeti Medineye elçi olarak gönderdiler. Peygamberimizle yaptıkları uzun görüşmelerinin neticesinde dinlerinde sebat edeceklerini ama peygamberimize de cizye ödemeyi kabul ettiklerini bildirdiler. Kendileriyle Safer ayında yarısı, Recep ayında da kalanı ödenmesi şartıyla iki bin elbise karşılığında antlaşma yapıldı. Ayrıca o bölgede karışıklık çıkması durumunda Müslümanlara otuz at, otuz deve, otuz zırh ve her çeşit savaş aletinden otuzar tane ödünç verecekleri de antlaşmaya yazıldı. ( İbn Sa'd, Tabakat , 1, 357 )

HUDEYBİYE ANTLAŞMASI

Hicretin altıncı yılı zilka'de ayında sevgili peygamberimiz 1400 kadar sahabesi ile ümre yapmak için silahsız bir şekilde sefere çıkıp Hudeybiye denen yere kadar geldiler. Müminlerin bu masumane talebini müşrikler geri çevirdiler. Daha sonra Mekkeli müşrikleri temsilen Süheyl bin Amr ( Sonradan O' da İslamla şereflenmiştir.) Hz. peygamberle on yıllığına barış antlaşması imzalamıştır. Bu antlaşmaya göre Müslümanlar bir sene sonra Mekkeye girebileceklerdir. Mekkelilerden Müslüman olanlar medineye kabul edilmeyecek, ama  müşriklerin yanına dönmek isteyene müsaade edilecektir. Ayrıca sulh'ün sağlanması için Allah rasülü (sav) antlaşma metninden Besmele-i şerif ve Muhammed Rasülüllah ibarelerinin kaldırılmasını da kabul etmiştir.( Müslim, Cihad ve Siyer, 93 )

Tam da bu muahede imzalandıktan sonra Müşriklerin temsilcisi  Süheyl'in oğlu olan , Mekkeli müşriklerin ve  de özellikle babasından şiddet görüp bir şekilde kaçmayı başaran Ebu Cendel (r.a) çıkagelir ve Müslümanlara sığınır. Oğlunu orada gören Süheyl bin Amr peygamberimizden antlaşmanın imzalanmış ve yürürlüğe girmiş olduğunu , bu sebeble oğlunun kendisine teslim edilmesi gerektiğini söyler. Zor durumda kalan peygamberimiz Ebu Cendel'e sabretmesini ve Yüce Allah'ın ona bir çıkış yolu göstereceğini , Mekkelilerle yaptığı antlaşmaya hem kendisinin hem de Mekkelilerin uyması gerektiğini ona bildirir. İlk bakışta Müslümanlara çok ağır gelen bu durum ileride iman edenlerin lehine neticelenecektir. Bu antlaşmayla girilen barış ortamı sayesinde peygamberimiz diğer kabilelerle daha çok ilgilenmiş ve bu dönemde İslam daha fazla yayılmıştır. Bununla birlikte müşrikler antlaşmanın hükümlerine iki sene ancak riayet edebilmişler, bu da Mekkenin fethi sonucunu doğurmuştur. ( Abdürrezzak, Musannef, 5 )

KİMLER SAVAŞLA MÜKELLEFTİR

Her türlü gayret gösterilmesine rağmen barış girişimleri eğer sonuçsuz kalıp illa da savaş gerekli olursa kimler hangi şartlarda bu savaşla yükümlü sayılacaktır.

. Düşmanın İslâm ülkesine saldırması veya yakın tehlikenin belirmesi durumunda söz konusu olan genel seferberlik halinde savaşa katılmanın farz-ı ayın,        .Bunun dışındaki savaşlara katılmanın farz-ı kifâye olduğu hususunda Müslüman hukukçular genellikle aynı görüştedir.

 Savaşın farz-ı kifâye olduğu durumlarda bu görevi üstlenebilmek için kişinin

  • Müslüman, ergen, hür ve erkek olması,

  • Vadesi gelmiş borcu bulunmaması, 

  • Fizik ve ekonomik gücünün yerinde olması,

  • Anne ve babasının iznini alması şartı aranmıştır (Buhârî, “Cihâd”, 138; Müslim, “Birr”, 5; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 31). 

Borçluda alacaklının, oğulda anne babanın, hizmetçide iş verenin hakkı olduğu; 

Hanımlar bünyeleri itibariyle savaşa uygun görülmedikleri, ayrıca eve ve çocuklara baktıkları,

Küçüklerle akıl ve ruh sağlığı yerinde olmayanlar hukukî sorumluluk taşımadıkları; 

Hasta, kör, kötürüm vb. özürlüler de bu işe elverişli olmadıkları için seferberlik dışında savaş yükümlüsü değildir (et-Tevbe 9/91-93; Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakī, IX, 21-26).

Bu anlatılanlara göre bedeni ve ruhi bir engeli olmadığı halde gerektiği zaman savaştan yani cihaddan uzak durmak  büyük bir vebaldir. Rabia kabilesinden Beşir b. Hassasiye bağlılığını bildirmek için peygamberimizin yanına gelir. Peygamberimiz de kelimei şehadet getirmesi, namaz kılıp zekat vermesi, haccetmesi, Ramazan orucunu tutması ve cihad etmesi şartıyla onun biatını kabul edeceğini ona bildirir. Beşîr b.   Hassâsiye, “Ey    Allah’ın Elçisi! Bunlardan ikisine vallahi gücüm yetmez: Cihada ve   zekâta. Çünkü savaşta sırtını dönüp kaçanın Allah’ın gazabına uğrayacağını söylüyorlar. Ben    ise   savaş meydanında hazır bulunursam içimi bir   korku kaplar ve   nefsim ölmeyi istemez. Sadakaya gelince, vallahi benim malım, küçük bir   koyun sürüsü ve   on deveden ibarettir. Bunlar da   ailemin geçim kaynağı ve   bineğidir.” karşılığını   verir. Bunun üzerine Hz.    Resûl onun elini    tutup sallayarak, “Cihad yok, zekât yok... O hâlde cennete nasıl gireceksin?” buyurur. Hz.    Peygamber’in bu kararlılığını gören İbnü’l-Hassâsiye, “Ey    Allah’ın Resûlü! Sana biat    ediyorum.” der ve Allah Rasûlü’nün saydığı bütün şartlar üzerine biat eder. ( İbn Hanbel, 5, 224 )

SAVAŞMAK İSTEMEYENLERLE VE EMAN DİLEYENLERLE SAVAŞILMAZ

Muhterem Müslümanlar!

وَإِن جَنَحُواْ لِلسَّلْمِ فَاجْنَحْ لَهَا وَتَوَكَّلْ عَلَى اللّهِ إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ

Eğer onlar barışa yanaşırlarsa, sen de ona yanaş ve Allah'a tevekkül et. Çünkü O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir. ( Enfal, 61 ) buyuran Yüce rabbimiz bizden düşmanı tamamen imha etmeyi değil onun barış teklifini kabul etmeyi ve en az can kaybıyla savaşı sonlandırmayı istemektedir.

Hayber yahudileri yanlarına diğer yahudi kabilelerini de alıp Medineye saldırmayı planladılar. Bunu haber alan peygamberimiz Hayber'i kuşattı ve sonra onlarla ve diğer kabilelerle antlaşmalar yaparak savaşı sonlandırdı.(Ebu Davud,İmare,18-19)

Ebu Talib'in kızı, Hz. Alinin de ablası olan Ümmü Hani peygamberimize gelerek " Ya Rasülallah! Annemin oğlu( kardeşim ) Ali, benim kendisine eman vererek himayeme aldığım( eski kocam ) İbn Hübeyre'yi öldüreceğini söylüyor." demiş, Rasülüllah da ona, " Ey Ümmü Hani, senin eman verdiğin kişiye biz de eman vermişizdir." buyurmuştur. ( Buhari, Cizye, 9 )

MÜSLÜMANIN SAVAŞ AHLAKI

Müslüman her zaman hatta savaşta bile itidali elden bırakmayan ve haddini aşmayan kimsedir. Başka milletlerin uygulamaları değil, sadece Allah Rasülünün emir ve tavsiyeleri onun için her halinde rehberdir. Şu hadisi şerifler bu konuda bize ışık tutmaktadır:

Süleyman b. Büreyde, babasının şöyle dediğini naklediyor: " Rasülüllah ( sav ) bir orduya veya birliğe kumandan tayin ettiği zaman öncelikle ona Yüce Allah'tan sakınmasını ve beraberindeki Müslümanlara iyi davranmasını tavsiye ettikten sonra şöyle derdi: " Allah yolunda Allah'ın adıyla savaşın! Allah'ı inkar edenlerle çarpışın! Savaşın, ama ganimet malına ihanet etmeyin. Ölülere (uzuvları keserek) müsle yapmayın! Çocukları öldürmeyin!..." ( Müslim, Cihad ve Siyer, 3 ) .      Başka bir hadiste ise şöyle buyrulmuştur. 

Şeddad b. Evs şöyle diyor: " İki hususu Rasülüllah'tan (sav) öğrendim. O buyurdu ki, ' Allah her işte ihsanı ( güzel ve zarif davranmayı ) emreder. ( Savaşta veya hayvan boğazlarken dahi ) öldürmeyi en güzel biçimde ( acı çektirmeden ve hunharca görüntülere meydan vermeden ) yapın...."  ( Müslim, Sayd, 57; Ebu Davud, Dahaya, 10,11 )

İlk halifemiz Hz. Ebu Bekr savaşa göndereceği ordunun kumandanına şu tavsiyelerde bulunuyor: " Kadınları, çocukları ve ihtiyarları öldürme. Meyve veren ağaçları kesme. İmar edilmiş yerleri tahrip etme. Koyun ve develeri sadece yemek amacıyla kes. Arıları yakıp yok etme. Ganimet malına ihanet etmekten sakın. Korkaklık gösterme." ( Muvatta' , Cihad, 3 )

PEYGAMBERİMİZ VE SAHABE DÖNEMLERİNDEKİ UYGULAMALAR

Peygamberlik iddiasında bulunan Müseylime adlı yalancının mektubunu kendisine getiren ve ifadeleriyle öfkelenmesine sebeb olan peygamberimiz onlara " Elçilerin öldürülmemesi gerektiği ile ilgili bir kural olmasaydı ikinizin de boynunu vururdum." ( Ebu Davud, Cihad,154 ) diyerek elçiye zeval olmadığını uygulamasıyla Müslümanlara göstermiştir. 

Müminlerin emiri Hz. Ömer görevlendirdiği bir kumandanına yazdığı mektupta şunları söylemiştir: " Duyduğuma göre, bazı askerleriniz önlerinden kaçan İranlıları takip ediyor, onlar dağlara kaçınca geri çekiliyor ve bu sırada düşmanına, Farsça olarak ' Korkma!'  diyerek güvence veriyormuş. Sonra o kişi bu güvenceye inanarak teslim oluyor, buna mukabil ona güvence veren Müslüman askerler onu yakalayıp öldürüyorlarmış. Gerçi, ben bu canı bu tende tutan Allah'a yemin ederim ki bunu hiç kimsenin yapacağını zannetmiyorum. Fakat bu şekilde hareket eden varsa ( bilin ki ) onun boynunu vururum."    (Muvatta, Cihad, 4 ) 

Romalılarla antlaşması olan Hz. Muaviye onlara haber vermeden antlaşmayı bozup sefere çıkınca sahabei kiramdan Amr b. Abese " Allahü ekber! Allahü ekber! Antlaşmaları bozmak değil ahde vefa gerekir! diye seslenmiş onu duyan Hz. Muaviye bu tepkisinin sebebini sormuş o da peygamberimizden duyduğu şu hadisi nakletmiştir: " Kimin herhangi bir toplumla arasında bir anlaşma varsa süresi sona erinceye kadar ya da karşılıklı olarak anlaşmayı vaktinden önce bozduklarını birbirlerine bildirinceye kadar bu bağı ne yeniden bağlasın ne de çözsün." ( Tirmizi, Siyer, 27 )  Bunu duyan Hz. Muaviye seferden derhal geri dönmüştür.

"Bütün bu  anlatılanlar göstermektedir ki   İslâm’a göre, fertler arası     ilişkilerde olduğu gibi devletler arası    ilişkilerde de  genel    prensip ve  kaide barışın sağlanması ve   huzurun korunmasıdır. Hedef, bütün insanlığın din,    dil, ırk, millet ve  devlet ayrımı gözetmeksizin barış    içerisinde yaşamasıdır. İnsanlık günümüzde İslâm’ın barış, merhamet, sevgi ve hoşgörü anlayışına en  az geçmişteki kadar muhtaçtır. Geçmişte insanlık yüzyıl savaşlarına,dünya savaşlarına şahit    olmuş, bu  savaşlarda yüz   binlerce masum insan hayatını kaybetmiştir. Günümüzde de  dünyanın birçok ülkesinde hâlâ   gözyaşı ve kan   akmaya devam etmekte, masum bebeklerin, karnında bebeğini taşıyan annelerin, ak   saçlı    dedelerin ve   ninelerin üzerine bomba yağmaktadır. Ya-şadığımız dünya o hâle   gelmiştir ki,  neredeyse insan kanının akıtılmadığı ve insan hayatına kıyılmadığı bir saniye bile geçmemektedir.İnsanlık, kurtuluşu, refahı, huzuru maddede aradıkça, insan hayatı değersizleşmiş, kıymetini yitirmiştir. Oysaki Allah Teâlâ, insan hayatını mukaddes kabul etmiş, ona    çok    büyük ehemmiyet vermiş, haksız yere bir   kişiyi öldürmeyi bütün insanlığı öldürmek, bir   insanın hayatını kurtararak yaşamasına vesile olmayı da   bütün insanları yaşatmak olarak nitelendirmiştir."( Maide, 32),( Hadislerle İslam, 4, 443)

Son söz olarak sulh zamanının kıymetini bildirmesini, ama savaş mukadder olduğu zamanda onun da hakkını verebilmeyi bizlere nasib etmesini Yüce Mevladan niyaz eder hepinize dareyn saadeti dilerim.

NOT:  Bu vaazın hazırlanmasında İslam Ansiklopesinin 'SAVAŞ' maddesinden ihtisar ve iktibas yapılmıştır.   

VAAZI İNDİR                  

Hazırlayan: Erol BEKÇİ  / KARASU VAİZİ

Facebook Yorumları