menu
İSLAM'IN ENGELLİLERE BAKIŞI..
İSLAM'IN ENGELLİLERE BAKIŞI..
"İslam'ın engellilere bakışı" konulu Cuma vaazı sitemize eklenmiştir.

İslam'ın Engellilere Bakışı

Yaratılmışların en mükemmeli, ve en şereflisi olan, alemde var olan her şey hizmetine sunulan insanın Allah katındaki değeri îman, ibadet, sâlih amel, takva ve güzel ahlakı nispetindedir. Çünkü Allah insanları bu açıdan değerlendirmekte, onların fizik yapılarına, renklerine, ırklarına, cinsiyetlerine, sağlam veya engelli oluşlarına bakmamaktadır. 

Kur’ân’da dünya veya âhiret hayatında, hakîkî, çoğunlukla mecâzî anlamda görme, işitme, konuşma, ortopedik ve zihinsel engellilik ile genel anlamda hastalıklardan söz edilmektedir. Hakîkî anlamdaki engellilik, ya benzetme veya dîni görevlerde ruhsat bildirme veya tedâvi etme veya değer verme bağlamında geçmektedir. 

Kur'ân'da, fiziksel anlamda çeşitli musibetlere maruz kalan peygamberlerden söz edilmiş ve bu sıkıntılar karşısında metanet ve sabır göstermelerinden dolayı örnek olarak övgüyle zikredilmişlerdir. Mecâzî anlamda engellilik; îman etmeyen insanların ilâhî gerçekleri anlamamaları, görmemeleri, duymamaları ve konuşamamaları bağlamında Kuranda, geçmektedir. 

Ahiret hayatında görme, duyma ve konuşma engelli olmak; hakîkî ve mecâzi anlamda, kâfirler için gerçekten kör, sağır ve dilsiz olmaları veya kendilerini sevindirecek şeyleri görememeleri, duyamamaları ve delil ile konuşamamalarıdır. 

En güzel biçimde yaratılan insanın fizîkî ve ruhî varlığını sağlıklı olarak, sürdürmesi temel görevidir. Bu görevin ihmali, insanda bir takım özürlerin meydana gelmesine sebep olabilmektedir. Öte yandan insan, ölümü ve hayatı ile imtihan halindedir. Bazen nimetlerle bazen de musibetlerle imtihan olur. Dolayısıyla başına gelen her sıkıntının müsebbibi bizzat kişinin kendisi olmayabilir. İlâhî imtihanın yanı sıra, anne-baba ve toplumun da ihmal ve kusurları olabilir. 

İster ilâhî bir imtihan sonucu, isterse kendisi ve diğer insanların kusuru sebebiyle olsun bir musibetle karşılaşsın insanın her şeyden önce metanet ve sabır gösterebilmesi gerekir. Bu, sıkıntılarından kurtulmak için maddî ve manevi çarelere başvurmasına engel değildir. Çarelere başvurur ancak “musibet ancak Allah’ın izni ve takdiri ile olmuştur, O, izin vermeseydi olmazdı, bunda da bir hayır vardır diyerek” rahat olma bilincini kazanabilmesi, insanın Allah’a olan imanının sonucudur. 

Asıl engellilik, manevi engelliliktir

صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ فَهُمْ لاَ يَرْجِعُونَ

“Onlar, sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık (hakka) dönmezler.” (Bakara, 2/18)

 Ağır sorumluluklar engellilerden kaldırılmıştır.

لَيْسَ عَلَى الْأَعْمَى حَرَجٌ وَلَا عَلَى الْأَعْرَجِ حَرَجٌ وَلَا عَلَى الْمَرِيضِ حَرَجٌ 

“Köre güçlük yoktur, topala güçlük yoktur, hastaya da güçlük yoktur.” (Nur, 26/61)

عَنْ أَنَسِ بْنِ مَالِكٍ - رضى الله عنه - قَالَ سَمِعْتُ النَّبِىَّ صلى الله عليه وسلم يَقُولُ إِنَّ اللَّهَ قَالَ: إِذَا ابْتَلَيْتُ عَبْدِى بِحَبِيبَتَيْهِ فَصَبَرَ عَوَّضْتُهُ مِنْهُمَا الْجَنَّةَ

Enes b. Mâlik (ra) diyor ki: “Ben Hz. Peygamber’in (sav) şöyle buyurduğunu işittim: ‘Yüce Allah, ‘İki sevgilisi (olan gözlerini almak sureti) ile kulumu sınadığımda sabrederse, o ikisi yerine ona cenneti veririm.’ buyurdu.’” (B5653 Buhârî, Merdâ, 7)

عَنْ أَبِي ذَرٍّ قَالَ: ... قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم: ...وَهِدَايَتُكَ الطَّرِيقَ صَدَقَةٌ، وَعَوْنُكَ الضَّعِيفَ بِفَضْل قُوَّتِكَ صَدَقَةٌ، وَبَيَانُكَ عَنْ الْأَرْثَمِ صَدَقَةٌ...

Ebû Zer’den nakledildiğine göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “…(Âmâya veya yol sorana) yol gösterivermen sadakadır. Gücünle güçsüz birine yardım etmen sadakadır. Konuşmakta güçlük çekenin meramını ifade edivermen sadakadır...” (HM21691 İbn Hanbel, V, 152)

أنَّ عَائِشَةَ - رضى الله عنها - زَوْجَ النَّبِىِّ صلى الله عليه وسلم قَالَتْ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم مَا مِنْ مُصِيبَةٍ تُصِيبُ الْمُسْلِمَ إِلاَّ كَفَّرَ اللَّهُ بِهَا عَنْهُ، حَتَّى الشَّوْكَةِ يُشَاكُهَا

Hz. Peygamber’in (sav) eşi Âişe (ra) şöyle diyor: “Resûlullah (sav) şöyle buyurdu: ‘Batan bir diken bile olsa Müslüman’ın başına gelen her bir musibeti Allah onun günahlarına kefaret sayar.’”  (B5640 Buhârî, Merdâ, 1)

Peygamberliğin ilk yıllarıydı. Kutlu Elçi, çevresindeki insanları İslâm’a açıkça davet etmeye başlamıştı. Risalet görevinin verdiği sorumluluk ile her fırsatı değerlendirmeye çalışıyordu. Gece gündüz demeden kendisini dinleyen herkese Allah’ın gönderdiği mesajları anlatıyordu. Putlara tapan halkı, bir olan Allah’a çağırıyordu.

İşte o günlerden birinde Mekke’nin ileri gelen müşriklerinden biriyle konuşmaktaydı. İslâm hakkındaki sohbet hayli koyulaşmıştı. Tam o esnada âmâ sahâbîlerden Abdullah b. Ümmü Mektûm, irşat edilmeye ihtiyacı olduğunu söyleyerek çıkageldi. “Bana doğru yolu göster, ey Allah’ın Resûlü!” dedi. Onun zamansız gelişine canı sıkılan İslâm Peygamberi, yüzünü çevirip konuştuğu şahsa döndü ve “Söylediklerimde herhangi bir sorun görüyor musun?” diye sordu. Adam, “Hayır.” diye cevap verdi. İşte Peygamberimiz, tam da muhatabının İslâm’ı kabullenmesi konusunda ümitlendiği esnada, Yüce Allah’ın şu âyetlerine muhatap oldu: 

“(Peygamber), âmânın kendisine gelmesinden ötürü yüzünü ekşitti ve çeviriverdi! Sen nereden biliyorsun, belki o temizlenecek, yahut öğüt alacak da bu öğüt ona fayda verecek! Kendini muhtaç görmeyene gelince, sen ona yöneliyorsun! (İstemiyorsa) onun arınmamasından sana ne! Fakat koşarak ve (Allah’tan) korkarak sana gelenle ilgilenmiyorsun! Hayır böyle yapma, şüphesiz bu âyetler bir öğüttür, dileyen ondan öğüt alır.” (Abese, 80/1-12) (T3331 Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 80; MU480 Muvatta’, Kur’ân, 4)

Rahmet Elçisi’nin bütün arzusu, Mekke’nin ileri gelenlerinden olan Utbe b. Rebîa, Ebû Cehil ve öz amcası Abbâs b. Abdülmuttalib’i (TT6 Taberî, Tefsîr, XII, 443) kazanmaktı. Şayet onları kazanabilirse, belki de bütün aileleri ve çevreleri İslâm’a girecekti. Bu yüzden belli bir kıvama gelen sohbetin kesilmesini istemiyordu. İbn Ümmü Mektûm’a biraz sonra da dönebilir, sorularına genişçe cevap verebilirdi. Onun, zamansız olduğunu düşündüğü gelişine Nebîler Nebîsi’nin tepkisi sadece yüz ifadesine yansımıştı. Hatta Peygamber Efendimizin yüz çevirdiğini İbn Ümmü Mektûm hissetmemişti bile. Fakat herşeyi gören ve işiten Yüce Allah, Rahmet Elçisi’nin bu tavrını eleştiren birkaç âyetle başlayan Abese Sûresi’ni indiriverdi. Şüphesiz Yüce Allah, Resûlü’nün niyetini de çok iyi bilmekteydi. Fakat O, dine davet adına da olsa, Müslüman bir âmâdan yüz çevirilip, müşriklere iltifat edilmesine razı olmadı. Zira İbn Ümmü Mektûm bir âmâ idi, görmüyordu fakat gözleri kapalı ise de gönlü açıktı. Arınmaya, korunmaya, öğrenmeye, öğüt almaya gelmişti ve beden diliyle de olsa ondan yüz çevrilmemeliydi… 

Bu âmâ sahâbî, bir başka konuda daha âyet inmesine vesile olmuştu. Allah Resûlü’nün vahiy katiplerinden Zeyd b. Sâbit, bu olayı şöyle anlatıyordu: “Allah Resûlü, ‘Müminlerden (cihata katılmayıp) oturanlarla malları ve canları ile Allah yolunda cihat edenler bir olmaz.’ âyetini (Nisâ, 4/95) yazdırıyordu. Tam bu sırada yanına İbn Ümmü Mektûm çıkageldi ve ‘Ey Allah’ın Resûlü! Vallâhi cihada gücüm yetseydi, mutlaka ben de savaşırdım!’ dedi. (B4592 Buhârî, Tefsîr, Nisâ, 18) Bunun üzerine aynı âyet Yüce Allah tarafından, ‘ğayru üli’d-darar’ (özür sahipleri hariç) kısmı eklenmek suretiyle yeniden indirildi.” (B4990 Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 4)

İlginçtir, özürlülerin savaştan muaf olduğunu ifade eden bu kısmın inmesine sebep olmasına rağmen, şehadet arzusuyla yanıp tutuşan İbn Ümmü Mektûm, Kâdisiyye Savaşı’ndan geri kalmamış, hatta sancaktarlık yaptığı bu savaşta şehit olmuştur. (NS8605 Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ, V, 181; EÜ1 İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-gâbe, I, 863)

Abese Sûresi’nin inişinden sonra Hz. Peygamber ile aralarında gelişen samimi ilişkiler İbn Ümmü Mektûm’a daha büyük görevlerin verilmesini de sağlamıştı. Gözüyle değil, gönlüyle gören bu yüce sahâbî, tam on üç defa Hz. Peygamber’e vekâlet etmişti. Resûl-i Ekrem, çeşitli seferlere/ savaşlara giderken Medine’de yerine onu vekil bırakmıştı. (CU10 İbnü’l-Esîr, Câmiu’l-usûl, 12, 617) Peygamberimizin Medine’de toplum lideri ve devlet başkanı olduğunu dikkate alırsak, onun bu âmâ dostuna ne kadar önem verdiği daha kolay anlaşılır. Allah Resûlü kendi vekâletini ona vermekle, ehil olmaları hâlinde engellilerin de en üst düzey noktalarda görev alabileceklerini göstermişti. 

Aynı İbn Ümmü Mektûm, evi ile mescidi arasında hurmalıkların ve ağaçların olduğunu ve her zaman kendisine yardım edecek birisinin bulunmadığını söyleyerek Peygamberimizden evinde namaz kılma izni istemişti. Hz. Peygamber ezanı işitip işitmediğini sorduğunda, “Evet.” diye cevap vermiş, bunun üzerine onun cemaate katılmasını isteyen Allah Resûlü, “Öyleyse gel!” buyurmuştu. (HM15572 İbn Hanbel, III, 423; D552 D553, Ebû Dâvûd, Salât, 46)

Engeller içinde belki de en zoru, gözlerin veya görme yetisinin kaybedilmesidir. Nitekim Hz. Peygamber’in meşhur şairi, âmâ sahâbî Hassân b. Sâbit’in durumuna işaretle Hz. Âişe’nin, “Âmâlıktan daha büyük hangi azap vardır?” demesi de bunu teyit eder. (B4146 Buhârî, Megâzî, 35; M6391 Müslim, Fedâilü’s-sahâbe, 155) Bundan dolayıdır ki, görme engeli birçok âyet ve hadise konu olmuştur. Sözgelimi Enes b. Mâlik’in Hz. Peygamber’den naklettiği kudsî bir hadiste Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “İki sevgilisi (olan gözlerini almak sureti) ile kulumu sınadığımda sabrederse, o ikisi yerine ona cenneti veririm.” (B5653 Buhârî, Merdâ, 7)

Allah Resûlü, hasta kulların sabır ve şükür bakımından nasıl sınandıklarını, şu meşhur kıssa ile son derece etkileyici biçimde dile getirir: 

“Yüce Allah, İsrailoğulları’ndan, biri alacalı, biri âmâ ve biri kel üç kişiyi imtihan etmek ister. Bir melek göndererek onları iyileştirir. Sonra da deve, sığır ve koyun gibi doğurgan hayvanlardan en çok istediklerini lutfederek onları zengin eder. Yıllar sonra melek, sırayla her birinin önceki suretine girerek ziyaretlerine gider ve Allah’ın kendilerine verdiği bu mallardan Allah rızası için ister. Alacalı ile kel, bu malları miras yoluyla elde ettiklerini söyleyerek ona bir şey vermezler. Ceza olarak her ikisi de eski hâllerine döner. Âmâ ise, ‘Ben bir âmâ idim. Allah bana görme duyumu geri verdi. Fakirdim, beni zengin etti. İstediğini al! Vallâhi Allah için aldığın hiçbir şeye engel olmayacağım.’ der. Bunun üzerine melek, ‘Malın sende kalsın! Siz sadece imtihan edildiniz ve Allah senden razı oldu, diğer iki kardeşine ise öfkelendi.’ şeklinde cevap verir.” (B3464 Buhârî, Ehâdîsü’l-enbiyâ, 51; M7431 Müslim, Zühd ve rekâik, 10)

Sahâbe arasında doğuştan âmâ olanların veya gözlerini hastalık ya da savaşta yaralanmalar sonucu sonradan kaybedenlerin sayısı hayli fazlaydı. Örneğin “Tercümânü’l-Kur’ân” yani “Kur’an’ın tercümanı” diye anılan (İBS424 İbn Abdilberr, İstîâb, 424) Abdullah b. Abbâs’ın ömrünün son demlerinde gözleri, görme yükünü kalbine emanet etmek zorunda kalmıştı. “Habru’l-Ümme” yani “Ümmetin büyük bilgini” olarak anılan İbn Abbâs hazretleri, (EÜ2/292 İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-gâbe, II, 292) bu hâliyle bile insanlara Kur’an ve sünneti öğretmek için elinden geleni yapmaktaydı.

Hz. Peygamber, insanların sahip oldukları özürleri, onların bazı alanlarda güçleri nispetinde verebilecekleri hizmetin önünde bir engel olarak görmemişti. Onlara çeşitli kademelerde görev ve sorumluluk veren Rahmet Elçisi, bir ayağı aksayan (Mİ1 İbn Kuteybe, Meârif, 583) genç dostu Muâz b. Cebel’i ehil görmüş ve Yemen’e zekât memuru ve kadı sıfatıyla göndermişti. (B3038 Buhârî, Cihâd, 164)

Engelli bir başka büyük sahâbî de İmrân b. Husayn’dı. Karnına su ve yağ toplanmış ve uzun seneler süren bu hastalığa sabretmişti. Rahatsızlığı tam otuz yıl devam etmiş, hatta bir ara karnı açılarak yağları alınmıştı. (EÜ4/270 İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-gâbe, IV, 270) O, bir defasında hasta iken nasıl namaz kılacağını sormuş, Sevgili Peygamberimiz de, “(Mümkünse) ayakta kıl. Şayet buna gücün yetmiyorsa oturarak kıl. Buna da gücün yetmiyorsa yanüstü yatarak kıl!” cevabını vermişti. (B1117 Buhârî, Taksîru’s-salât, 19; D952 Ebû Dâvûd, Salât, 174-175) İmrân b. Husayn, aşırı kilolu oluşundan dolayı vefatından önce kabrinin kare şeklinde kazılmasını vasiyet etmişti. (ST18 İbn Sa’d, Tabakât, VII, 11) 

Özürlü ve mazeretli olmalarına rağmen kendi istekleriyle savaşa iştirak eden sahâbîler de vardı. Topal bir sahâbî olan Amr b. el-Cemûh bir gün Hz. Peygamber’e gelerek, “Ey Allah’ın Resûlü! Ne dersin, eğer ben şehit oluncaya kadar Allah yolunda savaşırsam, cennette bu (topal) ayağım düzelmiş bir şekilde yürüyebilecek miyim?” diye sorunca Hz. Peygamber, “Evet.” dedi. Bunun üzerine Amr, kardeşinin oğlu ve hizmetçileri Uhud Savaşı’nda birlikte savaşarak şehit oldular. Savaş meydanında Amr’ın cenazesiyle karşılaşan Hz. Peygamber, “Ben sanki seni cennette bu ayağın iyileşmiş bir vaziyette yürürken görüyor gibiyim.” buyurdu ve onun emriyle bu üç mücahit aynı kabre konuldular. (HM22920 İbn Hanbel, V, 300) 

Amr b. el-Cemûh, ensarın temsilcilerindendi ve topal olmasına rağmen ordunun önündeydi. (KC2 Kurtubî, Câmi’, VIII, 226) Amr’ın dört oğlu vardı ve Hz. Peygamber ile savaşlara katılıyorlardı. Babalarını, topal olması sebebiyle Allah’ın kendisine verdiği ruhsatı kullanması için ikna etmeye çalışıyorlardı. Amr ise, Hz. Peygamber’e başvurarak oğullarının kendisine engel olduklarını, şehit olmak istediğini söylüyordu. Neticede o, Uhud Savaşı’nda şehit oldu. (BS18318 Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, IX, 43)

Yüce Allah tarafından savaşa katılmamasına izin verilmesine rağmen, (Fetih, 48/17) tıpkı âmâ olan Abdullah b. Ümmü Mektûm gibi, ayağı sakat olan Amr da cennet arzusuyla tutuşmuş, ruhsat yerine azîmeti tercih etmiş ve şehadet şerbetini içmişti. Kendilerine verilen bu izni kullanan, zayıf bedenleri Medine’de kalan, âmâ duaları ve gönülleriyle cephede olan hasta, güçsüz ve engelliler hakkında ise, Rahmet Peygamberi bir savaşta şöyle buyurmuştu: “Medine’de öyle insanlar kaldı ki, geçtiğimiz her bir derede ve tepede onlar da bizimle beraberdi. Onları mazeretleri alıkoydu.” (B2839 Buhârî, Cihâd, 35; D2508 Ebû Dâvûd, Cihâd, 19)

Hz. Peygamber’in, görme engelli sahâbîlerin gerek cemaate devam etmelerini ısrarla istemesinde, gerekse onları görevlendirmesinde, hatta savaşlara katılmalarına izin vermesinde onların toplumdan tecrit edilmemelerini sağlama arzusu yatmaktaydı. 

Onlar, toplumun kendilerine acımalarından rahatsız olmaktadırlar. Birçoğu, çevresinin yardımlarıyla hayatını sürdüren bir tüketici olmayı değil, herşeye rağmen kendilerine verilen imkânlar nispetinde üretici olmayı tercih etmektedir. 

Zayıfların, düşkünlerin, fakir ve yoksulların gerçek dostu ve hamisi olan Allah Resûlü, engellilere yapılacak her türlü yardımın bir sadaka olduğunu söyler. Peygamber Efendimiz’e (sav), varlıklı Müslümanların namaz, oruç ve hac gibi ibadetlerin yanı sıra sadaka vererek de sevaba erdiklerini söyleyen, ancak kendilerinin buna imkân bulamadıklarından yakınan Ebû Zer’e Hz. Peygamber sadakanın birçok çeşidinin bulunduğunu belirterek şöyle buyurur, “…(Âmâya veya yol sorana) yol gösterivermen, sadakadır. Gücünle güçsüz birine yardım etmen, sadakadır. Konuşmakta güçlük çekenin meramını ifade edivermen sadakadır...” (HM21691 İbn Hanbel, V, 152; HM21816 İbn Hanbel, V, 169)

Engellilere yardım etmenin sadaka olduğunu, diğer bir ifade ile Allah’a olan sadakatin bir ifadesi olduğunu belirten Hz. Peygamber’in, herhangi bir âmâyı yoldan saptıranları, onu kasten yanlış yola yönlendirme sadakatsizliğini gösterenleri ise lânetliler içerisinde sayması son derece etkileyicidir. (HM2917 İbn Hanbel, I, 317; HM1875 İbn Hanbel, I, 217)

Engelliler, tarihin her döneminde toplumların göz ardı edilemeyecek bir kesimini oluşturmuşlardır. Aynı durum yaşadığımız modern çağ için de geçerlidir. Genel olarak bütün dünyada, özelde ise ülkemizde, nüfusun önemli bir oranı engellidir. Geçmişte salgın hastalık ve savaşların etkisiyle artan bu oran, günümüzde ise çeşitli tedbirsizlikler, iş, tıp ve trafik kazaları gibi değişik sebeplerle had safhaya ulaşmıştır. Özellikle az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerdeki engelli nüfus oranının, gelişmiş ülkelerden kat kat fazla olması gerçeği, ister istemez % 8.5 oranındaki engellerin önemli bir kısmının ihmal ve tedbirsizlikler sonucu ortaya çıktığını akla getirmektedir.

Gerekli vesilelere sarılmanın yanı sıra, tedbiri elden bırakmamanın ve tedavi olmanın Hz. Peygamber’in ısrarla dile getirdiği sünnetler olduğu unutulmamalıdır. Bütün bunlar yerine getirildikten sonra, ilâhî irade ve takdir sonucu başa gelenler karşısında ise, engelliye düşen sabretmek, gücü nisbetinde sorumlu olduğu bilinciyle hayatını sürdürmek ve sınavı kazanmaya gayret etmek; çevresindekilere düşen ise ona maddî ve manevî anlamda destek olmaktır. 

Şüphesiz ilâhî adalet gereği, herkes gücünün yettiğinden ve sadece kendisine verilenden sorumludur. (Bakara, 2/233, 286; Talâk, 65/7) Yaratıcı, şükredenleri ve sabredenleri ayırt etmek üzere, gerek verdiği nimetlerle ve gerekse vermedikleriyle kullarını sınar. Bunun bir imtihan olduğuna inanan mümin, kendisine nimet verildiğine şükretmek, imtihana çekildiğinde ise sabretmek suretiyle iki durumda da sınavı kazanma imkânına sahiptir. (M7500 Müslim, Zühd ve rekâik, 64) 

Her yönüyle bizler için “üsve-i hasene” (Ahzâb, 33/21) yani ideal bir model olan Hz. Peygamber’in engellilere yönelik engin öğretisi, bu bağlamda kuracağımız ilişkilerde yol göstericidir. Zira Allah Resûlü hayatı boyunca engellilere sahip çıkmış, onları asla hafife almamış, özürleri sebebiyle ayıplamamış, kınamamıştır. Günlük hayatta görülenin aksine İslâm, çoğu doğuştan olan veya istenmedik sebeplerle sonradan ortaya çıkan özürlerinden dolayı insanlarla alay edilmesine kesinlikle izin vermemiştir. Nitekim Yüce Rabbimiz genel olarak alay etmeyi yasaklamıştır. (Hucurât, 49/11) 

Engelli olmayanlar ise günün birinde benzer bir sorunu yaşama ihtimalini göz ardı etmemeli, engelli kardeşlerine ellerinden gelen fiziksel ve duygusal yardımı yapmalıdırlar. Çünkü sadece engelli olan kimseler değil, çevresindekiler de engellilere karşı tavırlarıyla Rabbimiz tarafından denenmektedir. Bu nedenle onların, bir yandan Allah’ın kendilerine verdiği nimetlerin kadrini bilip şükretmeleri, diğer yandan da hem bireysel hem de toplumsal huzura kavuşabilmek için engelli kimselere destek vermeleri gerekmektedir.

Ailelere tavsiyeler

Ailelerin çocuklarının malformasyon ya da engelli gerçekliği karşısında ilk tepkileri hemen hemen aynı olmaktadır. Buna göre aileler çocuklarının özellikle zihinsel engelli olduğunu kabul etmekte oldukça güçlük çekmektedirler. Bu tür aileler zihinsel engelli çocuklarını ya toplumdan saklama ya da ondan utanma gibi davranışlar geliştirmekte bu da çocukların toplumsal yaşama katılmalarını engellemektedir. 

Yine önemli etkenlerden biri olan gelişimin izlenmesi ve erken tanı kavramıyla ilgili en önemli sorunlardan biri ailenin çocuğun durumunu kabullenememesidir. Aile çocuğunun durumunu kabul etmediğinde de çocuk erken eğitim imkanlarından yoksun olacağından yaşıtlarıyla gelişim farkı gittikçe açılacaktır. 

Özel eğitimle ilgili hizmetler hem nitelik hem de nicelik bakımından yetersizdir. Bunların sayıca artırılması, niteliklerinin yükseltilmesi ve burada çalışan personelin nitelik ve niceliğinin artırılması gerekmektedir.

Ailelerin öncelikle karşı karşıya bulundukları durumu kabul etmelerini sağlayıcı bir destek eğitimi almaları gereklidir. Aileler çocuklarını mevcut durumlarıyla kabul etmelidirler. Çocuğun eğitimine erken yaşlarda başlanmalıdır. 

Aileler, çocuklarının durumları ile ilgili bilgi almalıdırlar. Bu doğrultuda aileler çocuklarının engeliyle yaşama bilincini, engeliyle barışık yaşamayı telkin etmelidirler. 

Hizmetlerden yararlanmak için kamusal önlemlerden istifade etmek lazımdır. “Her bireyin yapabileceği bir iş mutlaka vardır” düşüncesini önce ailelerin benimsemeleri ve bu düşünceyi ailelerin çocuklarına telkin etmeleri gerekir. Çocuğun yapabileceği bir iş, kendisine ve toplumuna yararlı olacağı bir performansı olduğu düşüncesi aile ortamında sürekli işlenmelidir 

Aileler çocuklarının eğitimi konusunda bilgilendirilmeli ve bu eğitim evde desteklenmelidir. 

Ara sıra dünyaya, Onun gözüyle bakarım. Haline şükretmeyenin, Aklına yanarım.

Kimimiz işitmez, kimimiz görmez Bizler engelliyiz, kusurlu değil. Korkmayın bunlardan hiç kimse ölmez Bizler engelliyiz kusurlu değil.

Şaban PEKER Uzm. Vaiz  / Akyazı

Facebook Yorumları