menu
MİLLİ MÜCADELEDE DİN ADAMLARI
MİLLİ MÜCADELEDE DİN ADAMLARI
Haftanın Vaazı.. 27.10.2023 tarihli "Milli mücadelede Din Adamları" konulu haftanın vaazı sitemize eklenmiştir.

Milli mücadelede Din Adamları

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم 

واعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَمٖيعاً وَلَا تَفَرَّقُواࣕ وَاذْكُرُوا نِعْمَتَ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ اِذْ كُنْتُمْ اَعْدَٓاءً فَاَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِكُمْ فَاَصْبَحْتُمْ بِنِعْمَتِهٖٓ اِخْوَاناًۚ وَكُنْتُمْ عَلٰى شَفَا حُفْرَةٍ مِنَ النَّارِ فَاَنْقَذَكُمْ مِنْهَاؕ كَذٰلِكَ يُبَيِّنُ اللّٰهُ لَكُمْ اٰيَاتِهٖ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ ﴿١٠٣﴾

Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı yapışın; bölünüp parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani siz birbirinize düşman idiniz de Allah gönüllerinizi birleştirdi ve O’nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi Allah (cc) kurtarmıştı. İşte Allah (cc) size âyetlerini böyle açıklıyor ki doğru yolu bulasınız. (Al-i İmran 103)

Bir hadisinde sevgili peygamberimiz şöyle buyuruyordu:

Kim onlarla eliyle cihâd ederse o mümindir, kim onlarla diliyle cihâd ederse o mümindir, kim onlarla kalbiyle cihâd ederse o mümindir. (Müslim, İman,80) buyurmuştur.

Kara günlerin ağır badirelerini atlatabilmek için gerekli olan azim, teselli ve ümidin yegâne kaynağı dindir. Tarihen sabittir ki; büyük ve harikulade şahlanışlar sadece bu membadan fışkırabilmektedir.

Vatan sevgisini ve cihadı, bir iman vecibesi olarak benimsemiş bulunan halk ve hak rehberi din adamları, her yerde milli kurtuluş hareketinin ilk tatbikatçıları olmuşlardır. Bu yüzden doğrudan doğruya imanın eseri olan zaferlerde çok büyük hisse sahibidirler. Kurtuluş Savaşı’nın gayesini halka anlatarak herkesi davaya ve kumandanlara inandırıp harekete geçirebilecek olanlar gerçekten din adamlarıydı.

İslam’ın hayat veren ilkelerini yeryüzünde yaymak, haksızlıkların sona ermesini sağlamak için yapılan cihâd, kimi zaman kalemle kimi zaman da kelâmla olur. Mümin, an gelir eliyle, gün olur malıyla Allah yolunda, kelime-i Hak için çalışır, çabalar. Doğruyu anlatmak, iyiye davet etmek, güzelliklere vesile olmak için gecesini gündüzüne katar. İnancı, varlığı, vatanı, bekası ve hürriyeti için silahlı mücadeleye girmesi ise, cihadın en üst seviyesidir. Daha dün Doğusuyla batısıyla, kuzeyiyle güneyiyle bu aziz vatanı korumak uğruna verdiğimiz mücadele, cihadın en canlı şahididir. Allah’ın yardımıyla muzaffer çıktığımız Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı varoluş destanının, iman, cesaret ve azmin adıdır.

1071’de Anadolu kapılarının Türk milletine açılmasından, Milli Mücadele’ye kadar, ulusal yaşamın her safhasında manevi mimarların alın teri, gönül harcı, emeği vardır. Anadolu, bu harç, bu emek ve dua ile Türk ve Müslüman yurdu olmuştur. Bu uğurda Sarıca Hocalar, Şeyh Edebaliler, Dursun Fakiler, Mevlanalar, Yunuslar, Bektaşiler, Hacı Bayram Veliler, Akşemseddinler ve daha nice mana er ve erenlerin emekleri olmuştur. Onların verdiği mücadeleyi ve son olarak Milli Mücadelede ’de başta müftüler ve din adamları üstlenmiştir. Alay içerisinde askerlerin maneviyatını yüksek tutmak için tabur imamları bulunmuştur. Müftülerimiz başta olmak üzere din adamları Milli mücadelenin manevi cephesini oluşturmuşlardır.

Bu yol ki hak yoludur dönme bilmez yürürüz dedirten manevi kudreti kimler temsil etmişlerdir? Var olma mücadelesi verdiğimiz günlerde halkına ve cemaatine;

Değil mi cephemizin sinesinde iman bir,

Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir

Değil mi sinede birdir vuran yürek, yılmaz!

Cihan yıkılsa, emin ol, bu cephe sarsılmaz… diye Anadolu’muzun manevi erleri kimlerdir?

Burada şu hususu belirtmeden geçemeyeceğim. Din adamaları sadece cami kürsülerinde konuşmamışlar; meydanlarda, mitinglerde de halka hitap etmişlerdir.

Müftüler(in) ve din adamları(n) konuşmalarında;

Vatan sevgisinin imandan olduğunu,

Vatan topraklarını savunmak için düşmana karşı silaha sarılmada dini yükümlülük bulunduğunu,

Kalesinde Türk Bayrağı’nın dalgalanmadığı bir yerde Cuma namazının kılınmayacağını, kılınsa dahi bunun caiz olmadığını,

Tek kurtuluşun, halkın tekrar hâkimiyeti elde etmesi olduğunu söylemişlerdir.

Yüce Rabbimiz, Kur’an-ı Kerim’de;

Allah’a ve Resulüne iman eden kimselerin mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihâd ettiklerini anlatmaktadır. (Saff, 61/11

تُـؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَرَسُولِه۪ وَتُجَاهِدُونَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ بِاَمْوَالِكُمْ وَاَنْفُسِكُمْۜ ذٰلِكُمْ خَيْرٌ لَـكُمْ اِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَۙ ﴿١١﴾

Peygamberimiz de;

عن أنس رضي الله عنه أن النبي صلى الله عليه وسلم قال: «جَاهِدُوا المشركين بأموالكم وأنفسكم وألسنتكم

Müşriklere karşı ellerinizle, dillerinizle ve mallarınızla cihâd ediniz!” (Nesâî, Cihâd, 48, Ebu Davud) buyurmaktadır. Bu ayet ve hadis göstermektedir ki; cihâd, sadece canı feda etmekle değil, kimi zaman elle, kimi zaman dille, kimi zaman da malla hakka hizmet etmekle olur.

Öte yandan vatana genelinde hiçbir Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti yoktur ki, onun içinde veya başında bir din adamı bulunmasın. Mesela Erzurum Kongresine 56 üye katılmıştır. Bunlardan yaklaşık 20 tanesi medreseli olup halk içerisinde itibarlı olan hocalar ve din adamlarıydı. Erzurum ve Sivas kongreleri duayla açılmış ve yine duayla neticelenmiştir. TBMM de aynı şekilde dualarla açılmıştır.

Milli Mücadele Türk milletinin çok zor bir döneminde gerçekleştirilmiştir. I. Dünya Savaşı'nı takip eden günlerde Anadolu insanı art arda gelen ve sonu yenilgilerle biten savaşlardan bitap düşmüştür. O dönemin şartlarında halkın yönlendirilmesinde din adamları birinci derecede güç sahibidirler. Din adamları, bu güçlerini Milli Mücadele için kullanmışlardır: Halkın vatan sevgisinin ve bağımsızlık aşkının harekete geçirilmesinde ve Anadolu'nun işgal edilmesine karşı çıkmak üzere Müdafaa-i Milliye cemiyetleri kurulmasında, hocaların, müftülerin ve şeyhlerin, kısaca din adamlarının çok önemli rolleri olmuştur. 1915 ile 1920 yılları arasında Anadolu'nun hemen her tarafında kurulan Müdafaa-i Hukuk cemiyetlerinde bizzat görev almışlardır.

Mesela Çukurova bölgesinde Milli Mücadele fikrinin doğuşunda Müezzin-Kayyım Hacı Dede Efendi öncü olmuştur. O, 5 Eylül 1919’da camisinin minaresine Türk bayrağı asarak, Adana halkına sevinç gözyaşları döktürmüş ve onları, beldelerini korumak için harekete geçirmiştir.

Fransızlar, Maraş Kalesi’nden Türk sancağını indirmeye teşebbüs ettikleri zaman günlerden Cuma idi. Camiye gelen Maraşlılar şu beyanname ile karşılaştılar: "Ey Millet-i Necibe-i İslamiye.. Vaktine hazır ol!... Bin üç yüz senedir Allah’ını, Peygamberini, senden memnun ettiğin bir din ölüyor. Ecdadın, kanı pahasına fethettiği bir kalenin burcundaki Al sancağın bugün Fransızlar tarafından indiriliyor. Şimdi acaba bunu geri yerine koyacak sende birkaç damla İslam kanı ve gayreti hiç mi yoktur?

Mesela İzmir valisi Ahmet İzzet Bey, 14 Mayıs 1919 günü şehrin ileri gelenlerini toplamış ve onlara şu emri vermiştir: “Yunan askerleri yarın şehrimize gelecek. Karşı koymayınız.” Toplantıda hazır bulunan İzmir müftüsü Rahmetullah Efendi, valinin bu emri üzerine; “Vali Bey! Bu sakalım kanımla kızarabilir, ama bu alına yunan alçağının sükûnetle selamlamış olmanın karasını sürerek huzuru ilahiyeye çıkamam” diye haykırmıştır.

Vali'nin cevabını beklemeden toplantıyı terk etmiştir. Aradan yarım saat geçmemişti ki, İzmir’in bütün camilerinde sala verilmesini sağlamış, halka ahvalin fevkaladeliği ilan edilmişti. Tertiplediği ilke mitinginde de “can sesleriyle” uyanmaktansa şerefle ölmeyi, şehadet şerbetini içerek şehitlik mertebesine çıkmaya halkı davet etti.

Şöyle diyordu: “Kardeşlerim… Ciğerlerinizde bir soluk nefes kaldıkça, damarlarınızda bir damla kan kaldıkça, anavatanımızı düşmanlara teslim etmeyeceğinize Kur’an-ı Kerim’e el basarak benimle birlikte yemin edin…”.(Ali Sarıkoyuncu, Milli Mücadele’de Afyon Müftüsü Hüseyin (Bayık) Efendi, 3.Afyonkarahisar Araştırmaları Sempozyumu, Afyon, 1994, sayfa 74.)

İşte bu suretle Yunana karşı ilk isyan bayrağını çeken kahraman İzmir Müftüsü Rahmetullah Efendi olmuştur.

Düşman kuvvetlerine karşı başarılı çete muharebeleri veren ve Kurtuluş savaşının zaferle sona ermesine kadar silahı elinden bırakmayan Burhaniye müftüsü Hoca Mehmet Muhip Bey, civar halkını ve askerleri galeyana getiren coşkun vaazlar vermiştir.

Denizli müftüsü Ahmet Hulusi Efendi de gittiği yerlerde halkı bilinçlendirmek için çeşitli konuşmalar yapmıştır. Onlardan birinde halka ve cemaate şöyle sesleniyordu:

Aziz cemaat-i Müslim’in!

Düşman işgali bir Müslümana yakışmaz ve yapılan ibadetlerin de hükmü yoktur. Biz millet olarak tarihimizin hiçbir devrinde esir yaşamadık. Düşman işgalinden sonra derlenip toparlanmak zordur. Hatta imkânsızdır. Bu nedenle öncellikle hazırlıklarınızı yaparak düşmana direnmek gerektir.

Burada size Denizli müftüsü Ahmet Hulusi Efendi’nin cihad hakkındaki fetvasını okuyorum.

15 Mayıs 1919’da Milli Mücadeleyi Başlatan Fetvası

Muhterem Denizlililer…

Bugün sabahın erken saatlerinde İzmir, Yunanlılar tarafından işgal edilmiştir. Bu tecavüze karşı hareketsiz kalmak, din ve devlete ihanettir, vatana karşı irtikab edilecek cürümlerin Allah ve tarih önünde affı imkânsız günahtır. Cihad, tam manasıyla teşekkül etmiş dini farize olarak karşımızdadır.

Hemşerilerim, karşımıza çıkarılan dünkü tebaamız Yunan’a biz mağlup olmadık. Onlar öteki düşmanlarımızın vasıtasıdır. Yunan’ın bir Türk beldesini ellerine geçirmelerinin ne manaya geldiğini, İzmir’in şu birkaç saat içinde irtikâp edilen cinayetler gösteriyor.

Silahımız olmayabilir, topsuz – tüfeksiz sapan taşları ile de düşmanın karşısına çıkacağız. İstiklal aşkı, vatan sevgisi hassasiyet şuurumuz ile kalbimizdeki iman ile mücadelemizin sonunda zaferi kazanacağız. Bu uğurda canını verenler şehit, kalanlar gazilerdir. Bu mutlak olarak cihad-ı mukaddestir.

Sizlere vatanımızı düşmana teslim etmenin çaresiz olduğunu söyleyenler, düşman esareti altında olanlardır. Onlar irade ve kararlarına sahip değillerdir. Bu vaziyette onların emri ve fetvası aklen ve şer’an caiz, makbul ve muteber değildir. Meşru olan münhasıran vatan müdafaası ve istiklal uğruna cihattır.

Korkmayınız…! Meyus olmayınız…! Bu livay-ı hamd’in altında toplanınız ve mücadeleye hazırlanınız. Müftünüz olarak cihad-ı mukaddes fetvası’nı ilan tebliğ ediyorum.

Yine Saman Pazarı’nda İngiliz askerlerinin bir Türk kadınına saldırarak, başörtüsünü açmak istemeleri büyük bir infiale yol açmıştır. Başılı hoca diye bilinen Sadullah hoca “esarette zillet altında yaşamaktansa şerefle ölmeyi, şehit olmayı ya da gazi olarak hür yaşamayı” anlatarak halkı cihada teşvik etmiştir. Milli Mücadele ruhunu bulunduğu yerde alevlendirmiştir.

Amasya bölgesinde ise Müftü Tevfik Efendi’nin girişimleriyle Amasya ve çevresi düşman işgalinden kurtulmuştur.

Acıpayam müftüsü Hasan Hilmi Efendi de; “Aziz Kardeşlerim! Eğer biz esarete boyun eğersek, görmezlikten gelirsek, şer ve bela er geç bizi bulacaktır. Yurduna göz diken kim olursa olsun fark etmez. Zalimin adı firavun olmuş, nemrut olmuş fark eder mi? Bizler bölük pörçük oldukça onların ekmeğine yağ sürmüş oluruz.

Çal müftüsü Ahmet İzzet Efendi de 17 Mayıs 1919 gününde şu konuşmayı yapmıştır:

Allah’ımız bir, kitabımız bir, vatanımız bir olduğuna göre korumaya da mecburuz. Kutsal değerlerimizi savunmak için Allah’ın ve Peygamber’in emirlerine uymak gereklidir.

Başka bir müftü olan İsmail Hakkı, vaazlarında cemaate şu konuşmayı yapıyordu: “Bugün üstümüze çöken tehdit ve tehlikeler karşısında kışkırtıcılıktan zevk alanlar, kardeşlik hissiyatından uzak kalanlar, gaflet uykusuna dalanlar, iş işten geçtikten sonra belki uyanırlar. Hata ettiklerini anlarlar. Pişman olurlar. Ama çırpınmaları beyhude olmuş olur. Allah’ına inanmış, Rasûlüllah’a bağlanmış, ata yurdunda yaşayan Müslüman Türk evlatları olarak el ele verelim. Bir ve beraber olalım. Yüce dinimizin İslam kardeşlik hazzına erelim. Bölünüp parçalanmayalım.

Uyan ey Müslüman uyan! Daha iş işten geçmeden, yarın senin de kapını çalmadan uyan!” diye sözlerini bitiriyordu.

Bilecik müftüsü Mehmet Nuri de konuşmasında şöyle diyordu: “Milletin haysiyeti, şerefi ve hürriyeti ve istiklali gerçekten tehlikeye düşmüştür. Yunan gâvurundan kurtulmak için gerekirse Bilecik’in bütün fertleri ölmeyi göze alması lazımdır. Müftünüz olarak diyorum ki, alçak yunanın zulüm ve vahşetine katlanmaktansa seve seve ölelim. Şehit olalım, cennete gidelim. Ama önce düşmanı ata yadigârı yurttan kovalım. Gazamız mübarek olsun.”

Söğüt müftüsü Mustafa Efendi de “ey cemaat, ey Söğütlüler! Siz herhalde kadınlarınızı, kızlarınızı yunan gâvuruna peşkeş çekmek istiyorsunuz?” gibi çok sert sözlerle söğüt halkının milli duygularını galeyana getirmeye çalışmıştır.

Özbekler tekkesi şeyhi Ata Efendi’nin tutuklanmasından sonra, onunla konuşan İngiliz gizli servisi yetkilisi Harron, izlenimlerini şu ifadelerle dile getirmektedir: “Bizler Türk din adamlarının, bu konularda faal rol oynayacaklarını asla tahmin etmiyorduk. Halk üzerinde etkileri fevkalade olduğundan, üzerlerine aldıkları görevleri hakkıyla ifa etmişlerdir. Tekkeler, mescitler, camiler gibi dini binalar üzerinde durduk. Din adamlarını takip ettik. Bu din adamları yalnız telkinlerde ve maneviyatı yükseltmekle yetinmemişler, mukavemet teşkilatları içerisinde de yer almışlardır.”

Yunan kumandanı hatıralarında şu sözlere yer veriyordu: “İşgal altındaki sahada dahi ordumuz emniyette değildi. Bütün gayret ve dikkatimize rağmen bertaraf edemediğimiz sarıklı Müslüman hocaların telkin ve tesiri ile Türkler, adeta gerilla savaşı yapıyorlardı.”

Müftü Bahaddin Efendi, Fransız binbaşısına; Dini, düşüncesi, bayrağı bizden gayri olan bir milletin idaresi altında yaşayamayız” diyordu.

Müftü Mustafa Başkapan, bir Cuma vaazında ispir halkını vatanı milleti için kayıtsız şartsız Halit Paşa önderliğinde Ruslara karşı direnişe çağırmıştır. Müftü konuşmasında şunları söylemiştir: “Allah’ın inayetiyle ırzımızı, namusumuzu ve kellelerimizi küffara teslim etmeyeceğiz. Ve bilmiş olun ki dövüşerek ölmek teslim olmaktan daha şereflidir. Biz tarihimizin ve Allah’ın indinde makbul olanı yapacağız. Huda yardımcımız ola.”

İzmir’in işgali üzerine 16 Mayıs 1919 günü Denizli-Sarayköy’de de işgali tel’in mitingi düzenlenmiştir. Bu mitingde İlçe Müftüsü Ahmet Şükrü Efendi, halka, İzmir’in kâfir Yunanlılar tarafından işgal edildiğini, bu kâfirlerin bulunduğu yerde namaz kılınamayacağını ve kılınmasının caiz olmadığını bildirerek düşmana karşı konmasını istemiştir. (Tarhan Toker, Kuva-yı Milliye ve Milli Mücadele’de Denizli, Denizli, 1983, sayfa 23.)

Milli Mücadeleye halkıyla ve cemaatiyle katılıp esir düşen ve şehit olan müftülerimiz ve imamlarımız da vardır.

Adana, Maraş, Antep ve Urfa’da da halka mücadele fikrini aşılayanlar, yine din adamlarıdır. Onların önderliğinde emsalsiz bir savunma hareketi olan Maraş Müdafaası gibi müstesna bir kahramanlık örneği verilmiştir. Maraş halkının Ermeni çeteleriyle Fransız askerlerine karşı koymasında, “Türk ve İslam hâkimiyetinin bulunmadığı bir yerde Cuma namazı kılınmaz” fetvası etkili olmuştur. Özellikle Sütçü Iman’ın ilk kurşunu atması, bu yörede de Milli Mücadele kıvılcımının ateşlenmesi için kâfi gelmiştir. (Yaşar Akbıyık, Milli Mücadele’de Güney Cephesi (Maraş), Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara, 1990, sayfa 112)

Milli mücadelede tarihe mal olmuş bir şahsiyet olan sütçü imamın mücadelesini hatırlatmak istiyorum.

31 Ekim 1919 günü  3 kadın ve bohçalarını taşıyan bir erkek çocuğu gören Fransız-Ermeni devriyesinden bir asker, "Burası artık Türk memleketi değildir. Fransız müstemlekesinde peçe ile gezilmez!" diye bağırarak kadınların peçesini açmak istedi.

Kadınlar bu arada bağırarak yardım istediler. Olaya ilk müdahale eden Çakmakçı Sait; "Gâvur oğulları! Dokunmayın bacılarıma!" diyerek Fransız Ermeni Lejyonerlerinin üzerine yürüdü. Üzerinde silah olmayan Çakmakçı Sait, askerlerin açtığı ateş sonucu ağır yaralanarak şehitlik mertebesine kavuştu. Olayı gören Sütçü İmam silahıyla bir Fransız-Ermeni Lejyoner askerini öldürdü, bir diğerini de yaraladı. Böylelikle düşmana ilk kurşunu atan Sütçü İmam, Kahramanmaraş’taki Kurtuluş hareketini başlatmıştır.

Kastamonu havalisinde içerisinde başta müftüler olmak din adamlarından oluşan cemiyetin yayınladığı bildiride şöyle deniliyordu:

"Hepiniz birden Allah’ın kitabına sımsıkı tutununuz. Birbirinizden ayılmayınız. Düşmanlara karsı gücünüz yettiği kadar kuvvet hazırlayınız." manasına gelen ayetten sonra Müslüman kardeşler! Yekdiğerimize karşı kalplerimizdeki uhuvvet ve rabıtalar teyit olunacak, düşmanlara karşı kuvvet hazırlamak için lazım gelen kararlar hep birlikte verilecektir. Yan gelip vakit geçirecek yahut ye'se düşülüp kadınlar gibi ağlayacak zamanda değiliz. İş görecek zamandayız. Namert düşman, her türlü mukaddesatı ayaklar altına alarak güzel Anadolu'muzun bu sevgili İslam yurdumuzun kapılarını kırdı. Haremi şerifimize kirli ayaklarını soktu. Güzel İzmir'imizde, Adana’mızda, tutuşturduğu yangını Balıkesir gibi kıymettar kasabalarımıza, Bursa gibi mukaddes şehirlerimize kadar tevsi-i mel'anet etti. Gözlerimizi kaldırıp da ufuklara bakacak olsak yıkılan, yakılan İslam ocaklarının kızıl alevlerini siyah dumanlarını göreceğiz. Kulaklarımızı verecek olsak, dağlarda inleyen binlerce yetimlerin feryatlarını, eninlerini işiteceğiz.

Müslüman kardeşler! Anadolu'nun kapılan tutuşmuş, yamıyorken biz buralarda atıl, lakayt ve döşeklerde yatar, derin uykulara dalar da hiç bir hazırlıkta bulunmayız. O zaman hain düşman memleketimizi parçalamak, İslam’ın son yurdu olan bu güzel Anadolu'yu baştanbaşa çiğnemek istiyor. Eğer biz Müslümanlar kayıtsız kalırsak, ihmalcilikle birbirimizi çekiştirmekle vakit geçirecek olur isek, maazallah bu yangın her tarafa sirayet eder. Merhametsiz düşman, her tarafı yakıp yıkıyor. Onun için ey Müslüman kardeşler!... Gözlerini açarak habl-i ilahiye sımsıkı tutunmak, kalplerimizi birleştirmek, kuvvetlerimizi toplamak hepimize farzi ayndir.

Yaşamayı seven ölümden korkan ümmetlerin sellerin getirip kenara attığı saman çöpleri kadar ehemmiyetleri olmadığın Hazret-i Peygamberimiz Efendimiz, Müslümanlar’in ibret nazarları önüne koyuyor. Dünya'da ölümlerin en acısı, düşman istilasına uğramaktır. Hâkimiyeti elden gidip, esaret boyunduruğuna düşen bir millet günde bin kere ölüm azapları çeker. O zalimler esaretleri altına aldıkları milletleri hayvanlar gibi kendi hesaplarına işletirler. Dünya'nın yedi kıta, dört köşesinde Müslüman milletlerin ne halde bulunduklarını gözlerimizle gördük, görüyoruz. Biz sığırlarımızı, beygirlerimizi nasıl kullanır isek, o zalim devletler de tahtı esaretine aldıkları milletleri öylece kullanırlar. Bu zilletlere düşmemek, bu esaret boyunduruğuna girmemek için fırsat elde iken düşman daha uzakken hazırlanmak, dağınık kuvvetleri bir araya toplayarak tanzim etmek bütün Müslümanlara farzı ayindir. Bilirsiniz ki, talim görmüş, bin kişilik muntazam bir kuvvetin göreceği işi, talimden mahrum nizam ve intizamsız on bin belki yirmi bin kişi göremez. Yarın için hazırlıklı olmayan milletler hiç bir zaman yasayamaz. Yarınki tehlikeyi bugünden hesap etmek, ona göre o tehlikeye karşı hazırlanmak herkes için farzdır.

Edirne müftüsü Mestan Efendi de şöyle diyordu: Bir Türk, bir Müslüman düşünemem ki cihattan kaçınsın.

Başka bir müftü. Milli mücadelenin efsane olmuş kahramanlarından. Şükrü Çelikalay. Bir konuşmasında şöyle diyordu: "-Ey cemaati Müslimin! İşte ben asker kıyafetine girdim, cepheye gidiyorum. Memleket ve din kurtuluncaya kadar cephelerde düşmanla çarpışacağım. Memleketi, dinini seven benimle beraber gelsin," Müftü Şükrü Efendi milli kuvvetler kurulana kadar düşman kuvvetlerini dokuz ay gibi oyalamıştır ve birçok cephede onları mağlup etmiştir. Hem cephede hem de cephe gerisinde yaptığı heyecanlı vaazlarla ve konuşmalarla askerin ve halkın heyecanını canlı tutmuştur.

Afyon müftüsü Hüseyin Bayık Efendi’de kurtuluş savaşı yıllarında büyük yararlılıklar göstermiştir. Fransız komutana karşı; "Yunan idaresi altına girmekten ise Türk'e has bir şerefle ölmeyi tercih ederiz. Ellerimize sopa, balta, çapa her ne bulursak her birimiz bunlarla Yunanlılara karşı çıkar dişimizle başlarını koparırız" diyordu.

İstanbul’daki Özbekler tekkesi. Tekke de bulunan şeyh efendi tam bir milli ruhla gayret etmiştir. Anadolu’ya gizliden adam ve silah sevkiyatı yapmıştır. Üsküdar Özbekler Tekkesinin kahraman şeyhi Ata Efendi merhum, Türk Kurtuluş Savaşının, unutulan büyük ve fedakâr elemanlarından birisi. İşgal altımdaki İstanbul’da kelle koltukta hizmet eden mübarek bir din adamı.

Silah ve cephane depolarına gayet yakın bir mıntıkada, Eyüp sırtlarında bulunan "Hatuniyye Dergahı", Türk Kurtuluş Savaşına silah ve cephane kaçırmak suretiyle en ziyade hizmet eden merkezlerden biri olmuştur. Bu dergâhın dindar ve vatansever müntesipleri, merhum şeyh Saadettin Ceylan Efendi'nin sevk ve idaresi altında, ecnebi askerlerin kontrolündeki silah depolarını boşaltarak İnebolu'ya nakle muvaffak olmuşlardır.

Rus Sefiri''nin hatıralarından;

Sultan Hamid döneminde, İstanbul’da Rus sefirliği yapan General Nikola İgnatef''in hatıralarından bir bölümü sunmak isterim:

Türkleri evvelâ bu din ve maneviyat şahsiyetlerinden mahrum bırakmak, buhran anlarında irşat vazifesini ifa edecek şahsiyet ve mihraklardan nasipsiz kılmak icap eder. Bunun da kestirme yolu, dini ve manevi hayatı temsil eden teşkilât ve şahsiyetleri milletleri üzerinde müessir kudret halinden çıkarmak, halkı da an'anat-ı diniye ve milliyelerine intibak etmeyen harici telkin ve fikirlerle tahrip etmektir. Manevi mihraklardan mahrum oldukları gün Türkleri kendilerinden şeklen çok kudretli, kalabalık ve zahiren hâkim kuvvetler önünde zafere götüren asıl kudretleri sarsılacak ve ancak o zaman maddi vesaitin faikiyetine istinat edilerek Türkleri yıkmak mümkün olabilecektir... Yapılacak olan, devlet ve fertlerine bir şey hissettirmeden, onları manevi sahada mürşitlerden mahrum bırakmaktır."

Ey cemaat-i Müslimin! Milletler topla, tüfekle, zırhlı ordularla, tayyarelerle yıkılmıyor ve yıkılmaz. Milletler ancak aralarındaki rabıtalar çözülerek herkes kendi başının derdine kendi havasına, kendi menfaatini temin etmek sevdasına düştüğü zaman yıkılır.

Esad Hoca Efendiyi de buradan zikretmeden geçmek olmaz. Vatan yolundaki hizmetine Kurtuluş Savaşı’ndan çok önce başlamıştır. Birinci Cihan Harbinde Cihad-i Mukaddes ilan edilince halkı irşat için "Cihad-ı Ekber" adında bir broşür çıkarmıştır. Halkı birliğe ve cepheye koşmağa davet etmiştir.

Ehli İslam’ın düşmanı ne kadar çok olursa olsun, Âlem-i İslam’ı mahv edemezler. Muhafaza-i din ve vatana ait şer’an mükellef olduğumuz vazifeyi layıkı ile ifa edersek akıbet galebe ve nusret bizimdir.

İslam memleketlerini birçok zamanlardan beri kaplayan felaketleri düşünelim. Koca "Endülüs" Devlet-i İslamiyesi ne oldu? Bir fert kalmayıncaya kadar Müslümanlar mahvoldu. Yüzden fazla vilayeti içine alan o koca Müslüman memleketi ne için Müslümanların elinden çıktı? Üç yüz bin camii şerifi olan ve üç yüz bin minberde hutbe okunan o bölgenin İspanyalıların eline düşmesi acaba nedendir? Hindistan Müslümanları neden esaret altına girdi. Neden ecdadımızın kanlarını dökerek aldıkları memleketler düşmanların eline geçti. Neden olacak "Kimseye zulmeder mi hiç Mevla’sı. Kişinin çektiği kendi cezası..." Kur'an-i Kerim'de... buyurulmuştur. Meali şerifi: "Bir millete, bir kavme ihsan olunmuş, memleketi, nimeti Cenabi Hak ellerinde almaz, tağyir eylemez. Hatta ki; o millet, o kavim, o niam-i ilahiyenin kadrini bilmez kıymet-i hakikiyesini takdir etmez, sefahate gider, nefsini tağyir ederse, Hz. Allah verdiği nimetleri ellerinde alır. İşte bu sır Müslümanlar hakkında zuhur etmiştir.

İstisnasız bütün müftüler, hocalar ve dini kanaat önderleri o dönemde benzer sözlerle insanları cihada teşvik etmişlerdir. Sözlerinin benzer olmasının iki sebebi var: Birincisi aynı milli duyguları besliyor olmaları, ikincisi de aynı dini hassasiyete ve bilgiye sahip olmalarıdır. Onlar insanları cihada çağırırken aslında Allah’a ve O’nun Resul’ünün (s) emirlerine itaate çağırıyorlardı. Vatan savunulmalıdır. Çünkü vatan, bizim için kutsaldır. Neden kutsaldır? Çünkü vatan, canımızı, malımızı, neslimizi ve iffetimizi koruyacağımız, İslam’ı yaşayacağımız yerin adıdır. Çünkü vatan olmazsa dinimizi özgürce yaşamamız söz konusu olmayacaktır. Gavurların tahakkümü altında dinimizi nasıl yaşayabiliriz? Dini değerlerimizi, malımızı, neslimizi, iffetimizi nasıl muhafaza edebiliriz? İşte dini önderlerimiz; hocalar, müftüler, imamlar bunun için tek yürek olmuşlar ve milli mücadelede en ön safta yer almışlardır. Onları harekete geçiren tek şey milli duyguları ve bu topraklara aidiyetleri yanında Kitaba ve Sünnete olan bağlılıklarıydı. Yani onlar Kur’an’ın ve sünnetin gereğini yapmışlardır. Bugün de Allah muhafaza benzer bir tehlikeyle karşı karşıya kalmamız durumunda nasıl ki imamlar, müftüler namazda en önde duruyorlar, o zaman da millî mücadelenin her safhasında yine en önde yer alacaklardır inşallah.

Bugün Filistin’de, Kudüs’te, Gazze’de yaşananlara bakalım. Ve yüz küsur yıl evveline gidelim. Bakalım İngiliz kumandan ne demiş:

Birinci dünya savaşının galibi olarak Kudüs’e giren İngiliz kumandan Allenby: “Bu, saliple yani haçla hilal arasındaki mücadele sonucunda salibin haçın zaferidir” diyordu.

Sohbetimizin burasında Milli Mücadelede destanlaşmış kadınlarımızdan da bahsetmek istiyorum.

Kurtuluş Savaşı'nda eli silah tutanların cephede olduğu sıralarda İnebolu'ya çıkarılan silah ve cephanelerin Kastamonu üzerinden Ankara'ya ulaştırılmasında yaşlı erkeklerle kadınların da insanüstü çalışmaları olmuş ve tarihe geçmişlerdir. 

Tarihe geçen kadınlarımızdan biri de 20’li yaşlarında olan Şehit Şerife Bacı'dır. 9 aylık bebeğiyle yola çıkan Şerife Bacı 1921 yılının çetin kış şartlarının hüküm sürdüğü ilk aylarında sırtında çocuğu, önünde kağnısı ile İnebolu'dan Kastamonu'ya cephane taşırken, Kastamonu Kışlası önüne kadar gelmiş, mermileri ve çocuğunu korumak uğruna donarak şehit olmuştur. O sırada ekiple bir ağlama sesi ile karşılaştılar. Kağnıda üzerleri kardan etkilenmemesi için bir battaniyeyle örtülmüş cephane ile cephanelerin arasındaki kuru otlara yatırılmış bir bebek buldular. Otlara sarılı top mermilerinin içinde çullarla kundaklanmış bir kız çocuğu ağlıyordu.

Ve Kastamonu bize, Türkiye hepimize bu destanlarla imzalanan tapuyla vatan oluyordu.

Başka destanlaşmış bir hikâye

Yardım kampanyasına verecek hiçbir şeyi olmayan genç bir kadın kalabalığın içinde dört aylık bebeğini kampanyaya bağışladığını; açık artırmayla yapılacak satıştan elde edilecek meblağı da Milli Mücadeleye vereceğini ilan etmişti.

Sohbetimin burasında şunu demeden geçemeyeceğim.

İslam Alemi'nin kurtuluşu Allah’ın izniyle, ancak Müslüman Türk Milleti sayesinde mümkün olabilir ve böyle olacaktır!..

Ebu Hureyre (Radiyallahu Anh) şöyle dedi:

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu:

وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: [قال رسولُ اللّه (صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ): مَنْ مَاتَ وَلَمْ يَغْزُ وَلَمْ يُحَدِّثْ نَفْسَهُ بِغَزْوٍ مَاتَ عَلى شُعْبَةٍ مِنَ النِّفَاقِ].

Savaşmadan ve kendi kendine savaşma isteği ile konuşmadan yani, savaşa niyet etmeden ölen kimse münafıklıktan bir şube üzere ölür!” (Müslim 1910/158 Ebu Davud 2502, Nesei 3083, Beyhaki 9/169, Hâkim Müstedrek 2/77)

Şavaşamayacak durumda olan ihtiyarlar, kadınlar ve özür sahibi olanlar bile Allah (cc) yolunda dinin yücelmesi, vatanın kurtarılması, namusun korunması için hiç olmazsa içinde dahi cihâd niyetini taşımalıdır

Vatan savunması Allah yolunda olmanın diğer bir ifadesidir. İşte bundan dolayı Milli mücadelede imamlar, müftüler halka aslında Rasulullah’ın (s) şu müjdesini söylüyorlardı:

وعَنْ جابرٍ رضي اللَّه عَنْهُ ، قالَ : قالَ رَجُلٌ : أين أنَا يا رسُولَ اللَّهِ إنْ قُتِلتُ؟ قال : « في الجَنَّةِ » . فألقى تَمَرَاتٍ كُنَّ في يَدِهِ ، ثُمَّ قاتَلَ حتَّى قُتِلَ 

Cabir (r) şöyle dedi: Bir adam, “Ya Rasulallah, Allah yolunda öldürülürsem yerim neresidir?” diye sordu. Rasûlullah (s), “Cennettir” diye cevap verdi. Bunun üzerine adam elindeki hurmaları attı, savaştı ve sonunda şehit oldu. (Müslim, İmara, 143)

Allah yolunda cihad etmeyi adeta seyahat etmek gibi gören, yani Allah yolunda dünyalık bir beklentisi olmayan bir milleti kim durdurabilirdi? İşte müftülerimiz/imamlarımız insanları buna çağırıyordu:

وعنْ أبي أُمامَةَ ، رضي اللَّه عنْهُ ، أنَّ رَجُلاً قالَ : يا رسولَ اللَّه ائذَن لي في السِّياحةِ . فَقالَ النبي صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : « إنَّ سِياحةَ أُمَّتي الجِهادُ في سبيلِ اللَّهِ ، عَزَّ وجلَّ ».

Ebu Umame’den (r) rivayet edildiğine göre bir adam: “Ya Rasulallah, seyahata çıkmam için bana izin ver” dedi. Bunun üzerine Peygamber (s):

Ümmetimin seyahati Allah yolunda cihada gitmesidir.” buyurdular. (Ebu Davud, Cihad, 6)

Şu hadisi şerifle sohbetimi bitirmek istiyorum.

وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. أنَّ رَجُلا قالَ يا رَسُولَ اللّهِ: رَجُلٌ يُريدُ الجِهَادَ في سَبِيلِ اللّهِ وَهُوَ يَبْتَغِى عَرَضاً مِنَ الدُّنْيَا؟ فقَالَ لا أجْرَ لَهُ. فَأعَادَ عَلَيْهِ ثَلاثاً كُلُّ ذلِكَ يَقُولُ لا أجْرَ لَهُ.

Ebu Hüreyre (r) anlatıyor: "Bir adam gelerek Hz. Peygamber'e (s):

"Ey Allah'ın Resûlü, bir kimse Allah yolunda cihad arzu ettiği halde bir de dünyalık isterse durumu nedir?" diye sordu. Şu cevabı verdi: "Ona hiçbir sevap yoktur!"

Adam aynı soruyu üç sefer tekrar etti, Resûlullah (s) de her seferinde: "Ona sevap yoktur!" diye cevap verdi." (Ebu Dâvud, Cihâd 25)

واخر دعوانا أن الحمد لله رب العالمين

VAAZI İNDİR

Hazırlayan: Şaban PEKER / Akyazı Vaizi

Facebook Yorumları