menu
İSLAMIN ÖNCÜLERİ; GÖNÜL FATİHLERİ
İSLAMIN ÖNCÜLERİ; GÖNÜL FATİHLERİ
Haftanın Vaazı.. "İslamın Öncüleri;Gönül Fatihleri" konulu 26.08.2022 tarihli haftanın vaazı sitemize eklenmiştir.

İslamın Öncüleri; Gönül Fatihleri

    بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم 

    لاَ إِكْرَاهَ فِي الدِّينِ قَد تَّبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَيّ

Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk sapıklıktan iyice ayrılmıştır. (El-Bakara;256 )

Değerli kardeşlerim!

Yüce dinimiz İslam sevgili peygamberimizden bu yana değişik zamanlarda farklı coğrafyalara ulaşmış ve bu yerlerde yaşayan insanlar İslam ile tanışıp hidayet bulmuş ve gerçek anlamda dirilmişlerdir. İnsanların bu dirilişleri zorla ve baskı ile değil, tamamen kalplerin İslam'a ısındırılması ve gönüllerin fethedilmesiyle olmuştur.

Gönüllerin fethi ile İslamlaşan ve Müslümanlara bin yıldır yurt olan topraklardan biri de Anadolu coğrafyasıdır. Bu topraklarda yaşayan ecdadımız tamamen kendi istek ve arzularıyla ve kalpleri mutmain olarak İslam ile şereflenmişler ve yüzyıllar boyunca da bütün cihanda İslam'ın bayraktarlığını yapmışlardır.

Muhterem kardeşlerim!

Mensubu olduğumuz İslam dini başlı başına bir hayat nizamıdır. Bu yüce dinin kendine ait bir inanç sistemi, bir muamelat hukuku, bir ibadet tarzı , bir sosyal hayat nizamı ve ahlak sistemi mevcuttur. Ve bu din, insanların hem akıllarına hem de gönüllerine hitap etmiş, ma'şeri vicdanda büyük bir hüsn-ü teveccühe mazhar olmuş, kısa zamanda nice beldelerin ve coğrafyaların İslam ile müşerref olduğuna şahit olmuştur. Bu da İslam'ın kılıç zoruyla değil , gönülleri fethederek yayılmasından kaynaklanmaktadır. İşte üzerinde yaşadığımız bu toprakların sakinleri de bu gönül fethinden nasibini almış ve zamanla da bu işin öncülerinden olmuşlardır.

Aziz kardeşlerim!

Anadolu coğrafyası nice gönül fatihinin gayretleriyle İslam fethine hazırlanmış ve İslam orduları da bu fethin tamamlanması ve pekiştirilmesini sağlamıştır. Bizler de o gönül fatihlerinin torunları olarak önce onları tanımalı ve sonra da onların izinden gidip bize miras olarak bıraktıkları bu emaneti muhafaza etmeli ve layıkıyla sahip çıkmalıyız.

Bu gönül fatihlerinden biri Hoca Ahmed Yesevi Hazretleridir. Bu yüce gönüllü insan Türkistan diyarında nice dervişler yetiştirmiş ve bu erenleri Anadolu'nun manevi fethi için bir öncü birlik gibi bu topraklara göndermiştir. O, bu coğrafyada İslam'ın tohumlarını ekmiş ve nice insanın hidayet bulmasına vesile olmuştur. Kendisinin divan-ı hikmet adında bir eseri olup bu eserle de birçok insanın ahlaki gelişimine katkı sağlamıştır. Çünkü o bir gönül insanı ve gerçek bir gönül fatihiydi.

Alperenlerden bahsederken Taptuk Emre ve onun sadık dervişi Yunus Emreden bahsetmemek olmaz. Bu iki gönül sultanı da bulundukları bölge halkını yaptıkları irşadlarla tenvir etmiş ve onların kamil birer insan olmaları için çaba sarf etmişlerdir. Yunus Emre'nin şu şiiri insanların kalplerine hitap etmenin ne kadar da önemli olduğunu bizlere hatırlatmaktadır. 

Ben gelmedim dâvi için,      Benim işim sevi için.
Dostun evi gönüllerdir,        Gönüller yapmağa geldim…

Yûnus Emre der, hoca,     Gerekse var bin hacca;
Hepisinden eyice,             Bir gönüle girmektir!

Gönül Çalab’ın tahtı,        Gönüle Çalab baktı,
İki cihan bedbahtı,            Kim gönül yıkar ise…

Bir kez gönül yıktın ise,   Bu kıldığın namaz değil.
Yetmiş iki millet dahî,      Elin yüzün yumaz değil.

Ten fânîdir can ölmez,     Gidenler geri gelmez.
Ölür ise ten ölür,              Canlar ölesi değil…

Kıymetli müslümanlar!

Bu alperenler elbette ki ilhamlarını gönüller sultanı, iki cihan serdarı sevgili peygamberimizden almaktadırlar. O yüce sultan kendisini anayurdu olan Mekke'den kovan, öldürme teşebbüsünde bulunan ve her türlü eza ve cefayı o'na reva gören insanlara Mekke'yi fethettiğinde  “–Ey Kureyş topluluğu! Şimdi benim, sizin hakkınızda ne yapacağımı sanırsınız?”

Kureyşliler;

“–Biz Sen’in hayır ve iyilik yapacağını umarak; «Hayır yapacaksın!» deriz. Sen, kerem ve iyilik sahibi bir kardeşsin! Kerem ve iyilik sahibi bir kardeş oğlusun!..” dediler.

Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“–Ben de Hazret-i Yûsuf’un kardeşlerine dediği gibi derim:

 قَالَ لَا تَثْر۪يبَ عَلَيْكُمُ الْيَوْمَۜ يَغْفِرُ اللّٰهُ لَكُمْۘ وَهُوَ اَرْحَمُ الرَّاحِم۪ينَ

«…Size bugün (eski yaptıklarınız sebebiyle) hiçbir başa kakma ve ayıplama yok! Allah sizi affetsin! Şüphesiz O, merhametlilerin en merhametlisidir.» (Yûsuf, 92)

Haydi gidiniz, artık serbestsiniz!”

Evet kardeşlerim! Bu sözler yıllarca savaş yaptığı, nice dostunu, sahabesini kaybettiği, amcasını ve kızını hunharca katleden bir topluma karşı muhacir olarak çıkmak zorunda kaldığı ve muzaffer bir kumandan olarak döndüğü Mekke şehrinde cezalandırılmayı hak etmiş olan bir topluma söylenen sözlerdir. Bu sözleri de ancak gönül fatihlerinin sultanı söyleyebilir. Salat ve selam , sonsuz ihtiram O'nun üzerine , aline ve ashabına olsun.......

Fahri kainat efendimizin görevlendirmesiyle Yesrib'e tebliğ için giden değerli genç sahabi Mus'ab b. Umeyr bin bir güçlüğe rağmen tek tek herkesle görüşüp insanların İslam'la dirilmelerine vesile olmuş ve zamanla Yesrib Medinei Münevvereye dönüşmüştür. 

 Bu değerli sahâbî  orada büyük bereketlere ve İslâm’ın inkişafına vesile oldu. Evinde kaldığı Es’ad bin Zürâre ile bir gün Zaferoğulları’nın bahçesine gitti. Onlar kuyu başında sohbet ederlerken Abdüleşheloğulların’dan Sa’d bin Muâz, Üseyd bin Hudayr’a dedi ki:

“‒Ey Üseyd! Sen başkasının yardımına ihtiyacı olmayan bir kimsesin. İşini de gayet iyi bilirsin. Şimdi bizdeki zayıfların îmanlarını değiştirmek için semtimize gelen şuradaki adamlara git ve onları buradan uzaklaştır! Bunu kendim hallederdim ancak biliyorsun Es’ad benim akrabam.”

Duyduğu sözlerle tahrik olan Üseyd, hızla mızrağını kaptı, fırlayıp gitti ve hayli öfkeli ve tehditkâr konuştu:

“‒Burada sizin ne işiniz var? Ey Es’ad! Getirdiğin yabancı, içimizdeki zayıfların îmânını bozsun diye mi? Sakın böyle bir şeye bir daha cesaret etme! Şayet ölmek istemiyorsanız burayı derhâl terk edin!”

Ârif bir gönlü olan Mus’ab Hazretleri, sükûnetle karşılık verdi:

“‒Azıcık oturup da anlattıklarımı işitmek istemez misin? Görüyorum ki, akl-ı selîm bir kişiliğin var. Dinle; dediklerimi beğenmezsen kabul etmezsin, sadece beğendiğin takdirde kabul edersin!”

Üseyd’in aklına yattı;

“‒Söylediğin mantıklı ve doğru bir yaklaşım.” dedi.

Elindeki mızrağı yere sapladı. Oturup dinlemeye başladı.

Hazret-i Mus’ab da, ona Kur’ân okuyarak İslâm’ı anlattı. Üseyd duydukları karşısında yumuşadı, hele Kur’ân-ı Kerim kalbine işledi. Hidâyet nûru hem özüne hem yüzüne aksetti. Büyük bir hayranlık ve heyecan içinde;

“‒Ne yüce, ne güzel kelâm bu! İslâm’a girmek için ne yapmak gerek?” dedi. Sonra;

Hazret-i Mus’ab ile Hazret-i Es‘ad’ın anlattıkları şekilde gusletti. Giysilerini de tertemiz yaptı. Sonra ihlâsla kelime-i şahâdeti söyledi. Sonra namaza durdu, iki rekât kıldı. Sonra şöyle dedi:

“‒Arka tarafta öyle bir kimse var ki, eğer o size bağlanırsa, kabîlesinden bir kişi bile ona karşı çıkmaz. Sa’d bin Muâz’dır o. Hemen gidip onu da size yollayayım.”

Sa’d bin Muâz da oraya geldiğinde oldukça öfkeliydi. Lâkin aynı şekilde Hazret-i Mus’ab’ı dinleyince içten bir kabul ile o da îmân etti. Ardından derhâl ahalisini topladı ve sordu:

“‒Beni nasıl bilirsiniz ey Abdül'eşheloğulları?” Herkes;

“‒Bizlerin seyyidisin, fikir bakımından da emîrimizsin ve en üstünümüzsün!” dedi.

O zaman Hazret-i Sa‘d şu açıklamayı yaptı:

“‒Allâh’a ve Rasûlü’ne sizler de kelime-i şehâdet getirinceye dek, kadınlarınızla da erkeklerinizle de konuşmayı kendime haram ediyorum.”

Böylece akşam oluncaya kadar bu aşîretteki herkes o gün İslâm’a dâhil oldu. (İbn-i Hişâm, II, 43-46; İbn-i Sa’d, III, 604-605; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, I, 112-113 )

Bu gönül fetihleri sebebiyle Hazret-i Peygamber buyurdu:

“Medine Kur’ân’la fethedildi.” (Bezzâr, Müsned, no: 1180; Rudânî, no: 3774)

Bu olaylardan anlıyoruz ki Hz. Mus' ab da bir gönül fatihiydi, özellikle gençlerin örnek almaları gereken bir fatih......

Aziz müslümanlar! 

Bugün Konya vilayetimizde medfun bulunan Mevlana Celaleddin Rumi de Anadolunun İslamlaşmasında büyük emeği olan gönül erlerindendir. Yazmış olduğu eserlerde, yaptığı sohbetlerde ve yaşadığı her anda ilahi aşkı anlama ve anlatmakla ömrü  geçmiş, ölüm gününü bile Rabbine kavuşmayı çok arzuladığından şeb'i arus ( Düğün gecesi ) olarak değerlendirmiş  bir gönül üstadıdır. Yaşadığı dönemde sohbetleriyle, günümüze kadar da bıraktığı eserlerle nice gönüllerin İslam'la tanışmasına ve olgunlaşmasına aracılık etmiştir.

 Mevlanaya hem hocalık hem de ahbablık yapmış olan Şems-i Tebrizi de bir gün Mevlanaya ; “Muzdarip olan varsa sen de muzdarip ol, üşüyen varsa sen de üşü!” diye nasihat ediyor. Bu sözlerle İnsanın daima kendini karşısındaki insanın yerine koyarak düşünmesi gerektiğini ve ona göre davranmasının  lüzumunu bizlere anlatmış oluyor. 

Bu toprakların manevi mimarlarından olan Erzurumlu Alvarlı Efe hazretleri ( Muhammed Lutfi Efendi ) de bir insanın kalbini kırmanın ne kadar kötü ve çirkin bir davranış olduğunu bizlere " İncitme "  adlı şiirinde çok güzel bir şekilde anlatmıştır: 

Hazer kıl! Kırma kalbin kimsenin Cânânı incitme
Esîr-i gurbet-i nâlân olan insanı incitme

Tarîk-i ışkda bîçâre-i hicrânı incitme
Sabır kıl her belâya, Hâne-i Rahmân'ı incitme

Bu inci dizisi gibi olan cümleler ancak ve ancak sevginin menbaı olan ve daima kalplere hitap eden  Hz. Muhammed aleyhisselamın yolunu takip eden insanların yüreğinden ve kaleminden çıkabilecek satırlardır. Yüce Rabbim bu engin gönüllü insanların haleti ruhaniyesini anlamayı ve yaşamayı cümlemize nasib etsin.

Eğer bizler toplum olarak bizlere bu manevi mirası bırakan Ebu'l Hasan-ı Harakani, Hacı Bayram-ı Veli, Ahmedi Hani , Akşemseddin, Şeyh Edebalı, Somuncu Baba, Sadreddin Konevi ve Emir Sultan gibi gönül erlerinin manevi iklimlerini devam ettirebilirsek kıyamete kadar hiçbir güç bu topraklarda fitne fesadı yayamaz ve insanlarımızdaki kardeşlik ve birlik duygusunu yok edemez. İsmi geçen ve hatta saymaya güç yetiremiyeceğimiz nice alperenler bu toprakların manevi fatihleridir. Onları her zaman hürmet, muhabbet ve dua ile anıyoruz.

Aziz kardeşlerim!

Kendilerinden bahsettiğimiz bu gönül erenlerinin yanında aynı manevi iklimi yaşamış, aynı gönül pınarından içmiş nice devlet büyüğümüzün olduğunu da unutmayalım. Devlet-i aliyye (Yüce devlet ) olarak 600 sene cihana hükmetmiş olan Osmanlı devletimizin kurucusu Osman Gazi Hazretlerinin, oğlu Orhan Gazi’ye yaptığı nasihatte dediği şu sözlere kulak verelim:

“Oğul!

Bizim dâvâmız, kuru bir kavga ve cihangirlik dâvâsı değil, «i‘lâ-yı kelimetullah»tır, yani Allâh’ın dînini yüceltmektir!”

Dedesi Osman Gaziden İstanbul'un fethi hedefini alan Sultan Mehmed Han surları şahi toplarıyla döverken Bizanslılar Ayasofya'da toplanıp Papa’dan yardım talep edilmesini müzâkere ediyordu. Bizans asillerinden Grandük Notaras şu meşhur sözüyle düşmanını, dindaşına tercih ettiğini ifade etti:

“İstanbul’da kardinal serpuşu (şapkası) görmektense, Türklerin sarığını görmeyi tercih ederim!..”

Notaras haklıydı. Zira, iki asır önce IV. Haçlı Seferi esnasında İstanbul’u işgal eden Haçlı ordusu; İstanbul’u yakıp yıkmış, halka da her türlü zulmü uygulamıştı. Osmanlı’nın, fethettiği Bursa, Edirne gibi beldelerde tevzî ettiği adâlet ise dillere destandı. Bu güzel muamele hıristiyanları da hayran bırakıyor, birçok şehrin fethi, ahâlînin davetiyle gerçekleşiyordu. Atamız Sultan Mehmed Han gayr-i Müslimler için çıkardığı ferman ile onlara eman vermiş, can ve mallarını korumayı teminat altına almıştır. Eğer bir gayr-i Müslim, Müslümanlarla aynı topraklarda ve İslam'ın ana şemsiyesi altında yaşamayı arzu eder ve İslam devletine  vergisini ödemeyi de kabul ederse o kimseye İslam hukukunda " Zimmi" denir. Devlette bu insanların canlarını ve mallarını korumakla mükelleftir. Büyük Sultan da İslam'ın bu kuralını uygulamış ve nice insanın kalplerini kazanmıştır. Çünkü O sadece İstanbul'un değil aynı zamanda gönüllerin de Fatihi idi.

Gönül ehli Sultanlarımızdan söz ederken Hadim-ül Haremeyn'iş- şerifeyn lakaplı, Mısır fatihi büyük Sultan Yavuz Selim Han'ı da mutlaka zikretmeliyiz. Birçok ülkeyi fethedip Osmanlı topraklarına katan , ancak gerçek fethin gönül kazanmak olduğunu çok iyi bilen Yüce Sultan bir şiirinde şöyle demiştir;

Pâdişâh-ı âlem olmak, bir kuru kavgā imiş,

Bir veliyye bende olmak cümleden âlâ imiş.

Bu dünyada gerçek derdi gönül kazanmak olanlar daima imar ve ihya etmiş, yedirmiş, içirmiş, sevmiş ve sevindirmiştir. Gün olmuş bedenleri temizleyen hamamlar yapmış, gün olmuş gönülleri arındıran mabedler ve tekkeler inşa etmişlerdir. Asıl gayesi tac u taht olanlar, makam, mevki hırslıları ise daima yakmış, yıkmış, yaralamış ve de öldürmüştür. Sadece kendi zevkleri için saraylar, malikaneler yapmışlardır. 

"Ecdâdımız bu muazzam faaliyetlerini sadece kendi memleketinde olanlara hasretmedi. Onlar, Hazret-i Peygamber’den tahsil ettikleri adâlet ve merhameti, bütün dünyaya tevzî ettiler. Müslüman olmayan mazlumların bile yegâne barınağı oldular. Tarih şahiddir:

Endülüs Emevî Devleti’nin yıkılışından sonra Endülüs’te / İspanya’da Müslümanlar kadar, Yahudiler de katliâma tâbî tutulmuşlardı.

Barbaros Hayreddin Paşa, Endülüs’te / İspanya’da katliâma tâbî tutulan yahudileri, Hâlık’ın mahlûkātına merhametle bakış telâkkîsi ile İstanbul’a taşıdı. İstanbul halkı da aynı şuur ve merhamet ile onlara şefkat kucağı açtı. Garip mazlumlar olarak değerlendirdi ve huzur iklimine kabul etti. Yani insâniyet husûsunda İslâm’ın yüceliğini sergiledi".( Osman Nuri Topbaş; En büyük fetih,Yüzakı dergisi 1 Mayıs 2014)

Muhterem Müslümanlar!

Bu topraklar bin yıldır gönül erenlerinin kurmuş olduğu ve ilmek ilmek işlediği bir sistemle ayakta kalabilmiş ve kıyamete kadar da Yüce Allah'ın izniyle bu şekilde varlığını devam ettirecektir. Bunu ifade ederken İslam'ın başlı başına bir hayat nizamı olduğunu; Savaşta ve barışta Müslüman'ın nasıl davranması gerektiğini, kurban keserken bile hayvana merhametle muamele etmemiz gerektiğini, iyi günümüzde de kötü günümüzde de kulluk bilincimizden taviz vermememiz gerektiğini bizlere anlatan ve 1400 yıldır yaşayan ve yaşanan canlı bir sistemdir. Kesinlikle masa başı kuruntusu veya ütopyadan ibaret bir sistem değildir. Tarih de bunun canlı şahididir.

Değerli kardeşlerim!

Genç sahabilerin öncülerinden olan Hz. Ali kerremallahu vecheh bir gün bir düşmanla cenk ederken o'nu yere yatırıp kılıcını boğazına dayamışken düşman onun yüzüne tükürüyor. Hz. Ali efendimiz adamı öldürmekten vazgeçiyor. Sebebini soran düşmanına şu cevabı veriyor; "Ben Allah cc. rızası için seninle savaşıyordum. Sen benim yüzüme tükürünce sana karşı gazaplandım ve seni nefsim için öldürmek istedim. Bu arzu ise Allahın rızasına aykırı olduğu için hemen seni öldürmekten vazgeçtim". Bu sözler karşısında kalbi yumuşayan düşman kelimei şehadet getirip Müslüman oluyor. İşte gerçek gönül fethi ve gerçek gönül fatihi...

Hazreti Ali efendimiz bunu yaparken peygamber efendimizin Hayber fethinde O'na yaptığı şu tavsiyeyi unutmuyor; " Senin bu davetinle bir kişi müslüman olsa, bu, sana kızıl develer verilmesinden daha hayırlıdır!..” (Buhârî, Ashâbü’n-Nebî, 9; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 32-34; Heysemî, VI, 151)

İslam'ın her türlü inanca musamahalı yaklaştığının bir örneğini de Şam'ın fethinde görmekteyiz. Hicri 14. yılda Şam'ı kuşatan İslam ordusunun bir kumandanı olan Değerli sahabi Ebu Ubeyde b. Cerrah şehrin bir kapısından herhangi bir mukavemet olmaksızın şehrin  ortasındaki Aziz Yuhanna ( Hz. Yahya ) kilisesine kadar savaşmadan ordusuyla sulh içerisinde giriyor. Şehrin diğer kapısından da Hz. Halid b. Velid savaşarak ve şehitler vererek kilisenin yanına kadar ilerliyor. O, savaşarak elde edilen bir şehrin en büyük kilisesinin camiye çevrilme adetine dayanarak bu kilisenin de camiye çevrilmesini istiyor. Ancak Ebu Ubeyde Hazretleri kendisinin sulh içerisinde şehrin ortasına kadar geldiğini bu sebeble de buranın kilise olarak kalması gerektiğini söylüyor. Peki sonuç olarak ne yapalım diye soran Halid b. Velid'e  " Bu kilisenin yarısını kılıçla fethin sembolü olarak camiye çevireceğiz, diğer yarısını da sulh'un nişanesi olsun diye kilise olarak bırakacağız. Gerçekten de bu şekilde yapıldı ve bu mabed hem cami hem de kilise olarak 705 yılında Emevi Halifesi 1. Velid tarafından bütün arsasında Emevi camii yapılana kadar devam etti. Yani aynı binanın bir tarafında hıristiyanlar ibadet ederken diğer tarafta ise Müslümanlar namazlarını kılıyorlardı ve insanlar birbirlerinin inanç ve ibadetlerine saygı duyuyorlardı. Bu ve benzeri birçok örnek dinimizin ne kadar da kalplere hitap eden bir yaklaşıma sahip olduğunu bizlere göstermektedir.

Kıymetli kardeşlerim!

Günümüzde batılı emperyalist sistemler dayatmayla ve askeri tedbirlerle toplumları idare edip dönüştürmeye çalışıyorlar. Ancak unutuyorlar ki hiçbir sistem dayatma ve zor kullanılarak devam ettirilemez. Bütün bu zalim sistemler zail olmaya mahkumdur.

Yakın tarihimizde Hitler, Stalin, Mussolini gibi liderler zulüm üzerine bir sistem kurdular ve bu sistemler kalıcı olamadı. Amerika, Kızılderilileri öldürmek üzere bir sistem kurdu ama insanlara mutluluğu getiremedi. İngilizler Hindistan'ı işgal edince Hintlilerin kendi kumaşlarını imal etmelerini önlemek için 40 bin kumaş üreten Hintlinin elini kesmiştir. Bu bir zulüm düzenidir.Göz yaşı ve zulüm üzere  kurulan düzenler ise asla payidar olamaz. 

Kendilerini "medeni" diye reklam eden Avrupa ülkelerinin ve Amerika'nın refah düzeyleri; Yüzlerce yıldır sömürdükleri Afrika ve Hindistan coğrafyasındaki insanların alın teri  ve gözyaşı üzerine kuruludur. "Fransa olmasaydı Mali olmazdı diyen"  Fransa cumhurbaşkanı Macron'a 10 Ekim 2021 tarihinde Mali de katılmış olduğu  konferansta Malili bir kız öğrenci " Asıl Afrika olmasaydı Fransa olmazdı " diye cevap vermişti. 

Bugün Amerikada Kızılderililerden bir hayat emaresi görülmezken, Avustralyada da oranın yerlileri olan Oborjinlerden sözetmek mümkün değildir. Çünkü hepsi katledilmiş ve yerine yeni bir zulüm düzeni kurulmuştur. Bu vakıa da Batılıların ne kadar iki yüzlü olduklarını göstermeye yeter de artar bile. Halbuki Malezya ve Endonezyalılar bu bölgelere gelen müslüman tüccarlar vasıtasıyla İslam'a girmişlerdir. Bu tüccarlar hem dürüstlükleri hem de ahlakları ile insanların gönüllerinde taht kurmuş ve onların hidayetine vesile olmuşlardır.

 İslam'da bir zimmi hukuku vardır. İslam'ın hakim olduğu topraklarda gayri Müslimler de kendi inanç ve kültürlerini kendi aralarında rahat bir şekilde yaşayabilmektedirler.Yeter ki başkasının hürriyyetini daraltacak bir davranışta bulunmasınlar.                                     

  Ama bugün kendini medeni olarak tanıtan Avrupa ülkelerinde hala Müslüman kadınların başörtüsü takmasının yasaklanması, hatta Yüce Kur'an'ı Kerimin sayfalarının yakılması gibi tahammülsüz davranışları maalesef görebilmekteyiz. Yani Müslümanlara hayat hakkı tanımak istemiyorlar. Onların bu davranışları geçmişten tevarüs ettikleri zulüm sisteminden kaynaklanmaktadır. 1990'lı yıllarda Bosna Hersekte meydana gelen ve bütün Avrupa ülkelerinin gözlerinin önünde gerçekleşen katliamlar batılı ülkelerin ne kadar iki yüzlü ve iğrenç, bir o kadar da yalancı olduklarının tarihen tescilidir. Bunu unutmadık, unutmayacağız. Aynı şekilde 1974 'e kadar Kıbrıs ta ki Rumların oradaki dindaşlarımıza yaptıkları zulümleri; Bir banyo küvetinde katledilen çocukları unutmadık, unutmayacağız. Ayrıca 1992 yılında Azerbaycan'ın Karabağ bölgesinde Hocalı da Ermeni ve Rus güçlerinin yaptığı katliamı da unutmadık, unutmayacağız. Bu örnekler, zalimler gücü ellerine geçirdiklerinde hem insanlıklarını hem de insaf ve merhametlerini yitirdiklerini gösteren birer vesikadır. Tarih bunun sayısız örneğiyle doludur.

Aksine Osmanlı devletimiz Balkanları fethettiğinde insanları serbest bırakmış; isteyen Müslüman olmuş, isteyen de eski inanç ve kültürünü devam ettirmiştir. Bu saygılı davranıştan etkilenen Balkan coğrafyasının birçok bölgesi kendi iradeleriyle İslam'a girmişlerdir. Halbuki Avrupalılar  Afrika'yı işgal ettiklerinde hem insanların yaşam  şekillerine müdahale etmişler hem de dillerine karışmışlar ve  bozmuşlardır. Bugün birçok Arap ülkesinde düzgün Arapça konuşabilen insan sayısı gerçekten çok azdır. Kuzey Afrikalı bir Arap sağlık bakanının Arapça olarak başladığı basın toplantısını Arapça olarak devam ettiremeyip Fransızca konuşarak devam etmesi gerçekten çok hazin bir manzara idi. Bu durum batılı ülkelerin sömürü hususunda ne kadar ileri gittiklerini gösteren apaçık bir belge niteliğindedir. 

Batı medeniyetsizliğinin ve iki yüzlülüğünün en muşahhas örneklerinden biri de Kenya'nın kurucu devlet başkanı Jomo Kenyata'nın Batı ülkelerinin Afrikaya gelişlerini anlatan şu sözleridir; 

“Misyonerler Afrika’ya geldiğinde bizim topraklarımız onların İncilleri vardı. Dua edelim dediler. Gözlerimizi kapattık. Açtığımızda, bizim incilimiz, onların toprakları vardı” . Bu acı sözler Avrupalıların insanları sömürmek için gerekirse dini de rahat bir şekilde kullandıklarını ve bundan hiçbir zaman yüksünmediklerini gösteriyor.

Değerli Müslümanlar!

21. asrın tanıkları olan bizler geçmişimizi; Kültürümüzü, medeniyetimizi, tarihimizi , dinimizi ve de dilimizi çok iyi öğrenmeli ve bu bilinçle yaşamalıyız. Tarihimizin ve coğrafyamızın bize yüklemiş olduğu mes'uliyetin idrakinde olup , bize kadar ulaşan gönüllerin fethedilmesi anlayışını kıyamete kadar taşıma gayretinde olalım. Son olarak bizlere bu kutsi mirası bırakan, bu uğurda canını ve malını feda eden ecdadımıza hürmet ve muhabbetlerimi  sunar ruhlarının şad olmasını lütfu yüce olan Allahtan niyaz ederim.

Yâ Rabbî! Gönüllerimizi îman, takvâ, ibâdet ve hizmet ile tezyîn eyle. Bizleri kalb-i selîme vâsıl eyle… Bizleri, üsve-i hasene olan Habîb-i Edîbi’nin hâliyle hâllendir. Gönül fetihlerinden bizleri de hissedâr eyle!..

Ümmet-i Muhammed’i ve tarih boyunca İslâm’a ve ümmete hizmet etmiş milletimizi; Fatihlerden ve Akşemseddinlerden mahrum eyleme!..

Âmîn!..Amin...Amin......Ve selamün alel murselin . Velhamdü lillah Rabbil alemin......

VAAZI İNDİR    

EROL BEKCİ /  KARASU VAİZİ   

Facebook Yorumları