
okunma
Sarp Yokuşu Aşmak: Beled Suresiyle Hayat Yolculuğu
Aziz Müminler!
Bugün sizlerle birlikte Kur’an-ı Kerîm’in kısa fakat derin manalarla dolu bir suresi üzerinde duracağız: Beled Suresi.
Beled Suresi, insanın dünyaya geliş gayesini, karşılaştığı zorlukların anlamını ve hakiki başarının ne olduğunu bize öğreten bir suredir.
Yine Beled Suresi bize, hayatın emek ve sabır gerektiren bir yolculuk olduğunu bildirir.
Bu yolculukta kimi insanın malına, makamına, nefsine güvenerek hak yoldan saptığını; kimi insanın ise iman, sabır ve merhametle Allah’ın rızasını kazanacağını müjdeler.
Surenin kalbinde çok önemli bir kavram yer alır: “Akabe” yani sarp yokuş.
Bu sarp yokuş; yetimi-öksüzü doyurmak, esiri özgür kılmak, insanlara imanı, İslâm’ı sabrı ve merhameti tavsiye etmek gibi ahlâkî ve vicdanî sorumluluklarla doludur.
Rabbimiz, bizleri bu sarp yokuşu aşanlardan eylesin. Yalnızca kendisi için yaşayanlardan değil; yetimi gözeten, mazluma el uzatan, hak ve hakikate sahip çıkanlardan eylesin. Âmin
Beled Suresi, Mekke döneminde nazil olmuştur. Yirmi ayetten oluşur. Adını ilk ayette geçen “el-Beled” yani “şehir” kelimesinden alır.
Bu sure, ismini ilk ayetinde geçen “el-Beled” “şehir” kelimesinden alır.
“Beled”, Mekke şehridir. Mekke, son Peygamber Muhammed’ül-Emin (s.a.v.)’in ve İslam’ın doğduğu, Kur’an’ımızın indiği mukaddes şehirdir.
Sure bu mukaddes beldeye kuvvetli bir yeminle başlar.
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
لَا أُقْسِمُ بِهَذَا الْبَلَدِ
1. (Ey Peygamber!) Bu şehre (Mekke)’ye yemin ederim!, (Beled, 90/1)
وَأَنتَ حِلٌّ بِهَذَا الْبَلَدِ
2. Sana her türlü eza ve cefanın reva görüldüğü bu Mekke şehrine, (Beled, 90/2)
وَوَالِدٍ وَمَا وَلَدَ
3. O değerli babaya ve evladına (Âdem’e ve nesline) yeminle söylüyorum ki, (Beled, 90/3)
لَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنسَانَ فِي كَبَدٍ
4. Biz insanı zorluk ve sıkıntılarla boğuşabilecek güçte yarattık. (Beled, 90/4)
Açıklama
لَا أُقْسِمُ بِهَذَا الْبَلَدِ
“(Ey Peygamber!) Bu şehre (Mekke’ye) yemin ederim!” (Beled, 90/1)
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de bazı varlıkları, zamanları ve mekânları yeminle anarak onların önemine dikkat çeker. Bir yerin, Allah’ın yeminine konu olması, o şehrin sadece coğrafi değil, tevhid ve vahiy tarihi açısından da özel bir yer tuttuğunu gösterir.
Mekke; sadece taş ve topraktan ibaret bir şehir değildir. Mekke, Hz. Âdem (a.s.)’dan son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)’e kadar birçok ilahi tebliğin merkez noktasıdır; Hz. Peygamber’in (s.a.s.) doğup büyüdüğü, ilk vahyin indiği, Kâbe’nin bulunduğu tevhidin merkezi olan bir beldedir.
Surenin başındaki yemin, aynı zamanda şehirlere değer katanın iman, ahlak ve adalet olduğunu da göstermektedir.
Bugün bizler İstanbul’da, Ankara’da ya da bir Anadolu kasabasında yaşıyor olabiliriz.
Eğer yaşadığımız şehirlerde; hakkı, adaleti ayakta tutanlar varsa, Allah’ın adı anılıyor, camiler dolup taşıyorsa, İnsanlar kul hakkına riayet ediyor, komşuluklar İslam’a göre yaşanıyorsa işte o şehirler de Allah katında kıymetlidir, değerlidir ve bu belde Mekke’nin ruhunu da taşıyor demektir.
Bugün üzerinde yaşadığımız vatanımız da sadece dağlardan, taşlardan ibaret bir arazi parçası değildir. Bu topraklar; uğruna can verilmiş, kanla sulanmış şehitlerimizin ve gazilerimizin emanet bıraktığı topraklardır.
Şairin dediği gibi: “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır. Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır.”
Bu topraklar üzerinde özgürce ezan okunabiliyorsa, Kur’an’ımız okunabiliyorsa, bunda nice şehidin, gazinin, isimsiz kahramanların alın teri, gözyaşı ve duası vardır.
Ecdadını, zannetme, asırlarca uyurdu;
Nerden bulacaktın o zaman eldeki yurdu?
Tarihine, şehidine hürmet etmeyen bir milletin geleceği karanlıktır. Bizler, birer şehit torunuyuz, gazilerin evladıyız. Ecdadımız dini için, vatanı için canından vazgeçmiş mübarek bir nesildir.
Aziz Müminler!
Bir milletin yarınını şekillendiren en büyük emanet çocuklarıdır. Bizler, Rabbimizin bize lütfettiği bu kıymetli emanetleri sadece büyütmekle değil; imanla donatmakla, İslam’ı sevdirmekle ve vatan şuurunu kazandırmakla sorumluyuz.
Zira çocuklarımız, yarının ana-babaları, yöneticileri, öğretmenleridir. Eğer bugün onları maneviyatsızlığa terk edersek -Allah korusun- yarın vatan sevgisini, millet ruhunu kaybederiz.
Bu noktada, milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un şu mısralarını her anne babanın, her öğretmenin, her din görevlisinin ve her vatandaşın kalbine kazıması gerekir:
Bastığın yerleri “toprak” diyerek geçme, tanı,
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır atanı,
Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı.
Bu mısralar bir şiir değil, bir nesil inşa çağrısıdır. Geçmişi tanımayan, vatanı anlayamaz. İmanla büyümeyen, İslam’a hizmet edemez. Tarihini bilmeyen, kimliğini kaybeder.
Rabbimiz bizleri, vatanına sahip çıkan, şehitlerine vefalı, tarihinden ibret alan, ahlaklı ve şuurlu nesiller yetiştiren kullarından eylesin. Âmin.
وَأَنتَ حِلٌّ بِهَذَا الْبَلَدِ
“Sana her türlü eza ve cefanın reva görüldüğü bu Mekke şehrine yemin ederim” (Beled, 90/2)
Bu şehirde zararlılar dışındaki canlılarının öldürülmesi ve bitkilerin bile dokunulmazlığı olduğu halde müşrikler, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e eziyet etmeyi helâl saymışlardır.
Bu yüzden âyet-i kerimede buyrulduğu gibi müşriklerin kutsal beldenin hürmetini çiğneyerek Hz. Peygamber (s.a.v.)’e eziyet etmeleri kınanmaktadır.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Mekke’nin kutsallığı ile ilgili şöyle buyurmuştur:
إِنَّ هَذَا الْبَلَدَ حَرَّمَهُ اللَّهُ يَوْمَ خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ، فَهُوَ حَرَامٌ بِحُرْمَةِ اللَّهِ إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ
“Şüphesiz Allah, gökleri ve yeri yarattığı gün Mekke’yi haram (dokunulmaz) kıldı. O kıyamete kadar haramdır.” (Buhârî, Hac, 74)
Efendimiz (s.a.v.), müşriklerin baskısıyla İslam’ı yaşayamaz olmuş ve Allah’ın emriyle Medine’ye hicret etmek zorunda kalmıştır.
Mekke’den hicret ederken şöyle buyurmuştur:
وَاللَّهِ إِنَّكِ لَخَيْرُ أَرْضِ اللَّهِ، وَأَحَبُّ أَرْضِ اللَّهِ إِلَى اللَّهِ، وَلَوْلَا أَنِّي أُخْرِجْتُ مِنْكِ مَا خَرَجْتُ
“Vallahi sen Allah katında yeryüzünün en hayırlı ve en sevimli beldesisin. Eğer kavmin beni senden çıkarmasaydı, seni asla terk etmezdim.” (Tirmizî, Menâkıb, 63)
Toplumsal Huzurun Gerçek Temeli
Toplumun huzurunu sağlamak sadece kanunlarla mümkün değildir. Elbette hukuk, düzenin temelidir. Ancak, tam anlamıyla huzur; insanların gönüllerinde taşıdığı Allah’a ve âhiret gününe olan iman ile mümkündür.
Günümüz şehirlerinde ne kadar yasa yapılırsa yapılsın, eğer insanlarda kul hakkı hassasiyeti, hürmet, dürüstlük ve emanet bilinci yoksa şehirler çöker, vicdanlar susar.
Gerçek bir mü’min, kendisini başkasının yerine koyabilen insandır. “Bana yapılmasını istemediğim bir şeyi ben de başkasına yapamam” diyebilen kimsedir.
İşte bu inanç, şehirlerin gerçek bekçisidir. Polisle, zabıtayla korunandan öte, vicdanla, takva ile korunan bir toplum inşa edilmiş olur.
Resûlullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur:
أَحَبُّ النَّاسِ إِلَى اللَّهِ أَنْفَعَهُمْ لِلنَّاسِ
“Kıyamet günü Allah katında insanların en sevileni, insanlara en faydalı olandır.”
(Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat)
İnsanlara faydalı olmayı, Allah katında en değerli özelliklerden biri olarak bildiren Efendimiz (s.a.s.), bunun zıddı olan zulmü ise toplumu çökerten ve ahirette kişiyi karanlıklara sürükleyen büyük bir günah olarak nitelendirir.
اتَّقُوا الظُّلْمَ، فَإِنَّ الظُّلْمَ ظُلُمَاتٌ يَوْمَ القِيَامَةِ
“Zulümden sakının! Çünkü zulüm, kıyamet günü karanlıklardır.”
(Müslim, Birr, 56)
Müslüman, yaşadığı yeri sadece maddi anlamda değil, ahlaki, vicdani ve manevi boyutta da güvenli ve yaşanılır kılmakla mükelleftir.
Resûlullah (s.a.s.), sadece mağdura değil, zulmeden kişiye dahi hakikî yardımın nasıl yapılacağını şöyle öğretmiştir:
انْصُرْ أَخَاكَ ظَالِمًا وَمَظْلُومًا
“Din kardeşine zalim de olsa, mazlum da olsa yardım et.”
Ashâb-ı kiramdan biri:
“Yâ Rasûlallah! Mazluma yardım ederim, anladım. Ama zalime nasıl yardım edebilirim?” diye sorunca, Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:
تَمْنَعُهُ مِنَ الظُّلْمِ فَذَاكَ نَصْرُكَ إِيَّاهُ
“Zulmüne engel olursun, işte bu, ona yaptığın yardımdır.” (Buhârî, Mezâlim 4; Tirmizî, Fiten, 68)
وَوَالِدٍ وَمَا وَلَدَ
“O değerli babaya ve evladına (Âdem’e ve zürriyetine) yeminle söylüyorum ki:” (Beled, 90/3)
Allah Teâlâ, yaratılış mucizesine yemin ediyor. Neslin devamı, bir mucizedir. Anne-baba olmak sadece bir biyolojik gerçeklik değil, ilahî bir sorumluluktur.
Ebû Hüreyrenin (ra) naklettiğine göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur:
“كُلُّ مَوْلُودٍ يُولَدُ عَلَى الْفِطْرَةِ، فَأَبَوَاهُ يُهَوِّدَانِهِ أَوْ يُنَصِّرَانِهِ أَوْ يُمَجِّسَانِهِ…”
“Her doğan çocuk fıtrat üzere doğar. Sonra anne ve babası onu Yahudi, Hıristiyan veya Mecûsî yapar.” (Buhârî, Cenâiz, 92)
Okuduğumuz hadis-i şerifte Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), her doğan çocuğun “fıtrat” üzere, yani Allah’a inanma, doğruyu ve yanlışı ayırt etme istidadıyla dünyaya geldiğini bildirmektedir. Ne var ki bu saf ve temiz fıtrat, doğumdan sonra çevresel etkilerle, özellikle de anne-babanın inanç ve tutumlarıyla şekillenir. Çocuk, bir nevi boş bir toprak gibidir; içine hangi tohum atılırsa o filiz verir. İşte tam da bu noktada anne ve babaya düşen görev büyüktür.
Bu büyük sorumluluğu bir başka hadis-i şerifte Resûlullah (s.a.v.) şöyle açıklar:
Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
كُلُّكُمْ رَاعٍ وَكُلُّكُمْ مَسْئُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ
“Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüğünüzden sorumlusunuz.” (Buhârî, Ahkâm, 1)
Baba, evladının hem maddi hem manevi ihtiyaçlarından sorumludur.
Anne, çocuğun ilk öğretmenidir; merhamet, edep ve iman ilk onunla şekillenir.
Bugünün dünyasında aile bağlarının zayıfladığı, çocukların medyaya, teknolojiye ve bireyciliğe terk edildiği bir çağda, bu hadis-i şerif bize şöyle seslenir:
“Ey insan! Ailene, nesline, evladına sahip çık!” Çünkü erdemli-ahlaklı bir evlat, sağlam ailede yetişir; sağlam toplum da sağlam nesillerden oluşur.
لَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنسَانَ فِي كَبَدٍ
“Biz insanı zorluklarla yoğrulmuş bir halde yarattık.” (Beled, 90/4)
“Kebed”, zorluk demektir. Allah, insanı hayatın zorlukları, imtihanları ve sıkıntılarıyla beraber yaratmıştır. Çünkü bu dünya, kolaylıklarla değil; sabır, gayret ve mücadele ile aşılacak bir sınav alanıdır.
Günümüz insanı çoğu zaman sürekli mutlu, konforlu, stressiz bir hayat beklentisi içindedir.
Fakat Kur’an-ı Kerim bize şöyle sesleniyor:
-Hayat sınavdır. Zorluk, eksiklik, sıkıntı bu sınavın parçalarıdır.
-Kimse bu dünyada tamamen rahat edemez. Herkesin kendine göre bir “kebed”i, yani yükü vardır.
-Zorluklar insanı olgunlaştırır, karakterini geliştirir, onu Allah’a yaklaştırır.
Bunun için kâmil bir mümin, bu dünyada nefsiyle mücadele eder, haramlardan sakınır, sabreder ve fedakârlık yapar. Kâfir için bu dünya, sınırsız zevklerin yeri gibidir ve bundan dolayı da hesap kaygısı taşımaz.
Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
الدُّنْيَا سِجْنُ الْمُؤْمِنِ وَجَنَّةُ الْكَافِرِ
“Dünya müminin zindanı, kâfirin cennetidir.” (Müslim, Zühd, 1)
Hz. Muhammed (s.a.v.), müminin yaşamındaki her hal ve durumda mutlaka bir hayır bulunduğunu şu sözüyle belirtmiştir:
عَجَبًا لأَمْرِ المُؤْمِنِ، إنَّ أمْرَهُ كُلَّهُ خَيْرٌ، وليسَ ذاكَ لأَحَدٍ إلَّا لِلْمُؤْمِنِ، إنْ أصابَتْهُ سَرَّاءُ شَكَرَ، فَكانَ خَيْرًا له، وإنْ أصابَتْهُ ضَرَّاءُ، صَبَرَ فَكانَ خَيْرًا له
“Müminin hayranlık verici bir hali vardır ki, onun her işi hayırdır. Bu hal, Müminden başka hiç kimsede bulunmaz. Eğer bir genişliğe (nimete) kavuşursa şükreder ve bu onun için bir hayır olur. Eğer bir darlığa (musibete) uğrarsa sabreder ve bu da onun için bir hayır olur.” (Müslim, Zühd, 64)
Bu hadis-i şerife göre, müminin yaşamında karşılaştığı her durum ister nimet, ister sıkıntı olsun onun için bir hayır vesilesidir. Çünkü mümin, şükretmeyi ve sabretmeyi bilen, hayatın iyi ve kötü anlarını Allah’a yakınlaşma fırsatı olarak gören kişidir. Bu anlayış, müminin yaşamını umutla, sabırla ve teslimiyetle sürdürmesini sağlar.
أَيَحْسَبُ أَن لَّن يَقْدِرَ عَلَيْهِ أَحَدٌ
“Biz, insana böyle bir kudret verdik diye o kâfir ve mağrur insan maddi gücüne güvenip de, “Kimse benim bileğimi bükemez” diye mi düşünür?” (Beled, 90/5)
Bu ayet, özellikle Mekke müşriklerinden mal, güç ve itibarıyla kendini dokunulmaz görenlere bir uyarıdır. İnsan çoğu zaman sahip olduklarıyla mağrur olur. Rabbini unutur, hesaba çekileceğini aklından çıkarır. Ayette geçen “يَقْدِرَ” kelimesi kudret, güç yetirme anlamına gelir. Allah Teâlâ, kendini mutlak güç sahibi zanneden insanı bu ayetle sarsar.
Tarihte Firavunlar, Nemrutlar, servet ve iktidarlarıyla kendilerini ilahlaştırmışlardır. Bu davranışları sebebiyle helak olmuşlardır. Unutulmamalı ki Allah, dilediğinde her şeyi geri alabilir. Hiç kimse mutlak güç sahibi değildir. İşte bu sebeple, gerçek izzet ve onur Allah’a karşı alçakgönüllülükte gizlidir.
Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
مَنْ تَوَاضَعَ لِلَّهِ رَفَعَهُ اللَّهُ، وَمَنْ تَكَبَّرَ وَضَعَهُ اللَّهُ
“Kim Allah için tevazu gösterirse, Allah onu yükseltir. Kim kibirlenirse, Allah onu alçaltır.” (İbn Mâce, Zühd, 16)
Bugün de insanlar arasında “bana kim ne yapabilir ki?” mantığıyla hareket edenler var. Parasıyla her şeyi satın alabileceğini düşünen, gücüne güvenip kul hakkını hiçe sayan, mevki ve makamıyla kibirlenen kişiler…
Oysa bir hastalıkla, bir afetle her şey bir anda altüst olabilir. Bu nedenle, mümin daima acziyetini bilmeli, gücün ve kudretin yalnız Allah’a ait olduğunu hatırından çıkarmamalıdır.
يَقُولُ أَهْلَكْتُ مَالًا لُّبَدًا
“Üstelik “Yığınla servet harcadım (İslam’a karşı)” diye de övünür..” (Beled, 90/6)
Bu ayet, kibirle ve gösterişle harcama yapan insan tipini anlatır. Kişi, yaptığı harcamaları övünç kaynağı haline getirir. Fakat Allah katında malın ne kadar harcandığı değil, nasıl ve nereye harcandığı önemlidir.
Müşrik ileri gelenleri, mallarını Allah’a ve Peygamber’e düşmanlık yolunda harcamaktan çekinmiyorlardı. Ancak bu harcamalar fayda değil, pişmanlık getirecektir.
Bugünün insanı da aynı yanılgıya düşmektedir:
“Parayı ben kazanıyorum, dilediğim gibi harcarım.” der.
Gösteriş için, israf için, kibir için harcar. Harcadığını başa kakar, insanlara hava atar. Bu harcamaların Allah katında hiçbir değeri yoktur.
Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
إِنَّ اللَّهَ طَيِّبٌ لَا يَقْبَلُ إِلَّا طَيِّبًا
“Şüphesiz Allah temizdir, sadece temiz olanı kabul eder.” (Müslim, Zekât, 65)
Kazancımızın ve harcamalarımızın helal ve hayırlı olması önemlidir. Mal, ancak Allah yolunda harcanırsa bir anlam ifade eder. Sırf gösteriş için yapılan harcamalar, Allah katında değersizdir.
“Kıyâmet gününde dört şeyden sorgulanmadıkça, kulun ayakları yerinden kımıldamaz:
لا تَزولُ قَدَمَا عَبْدٍ يومَ القيامةِ، حتَّى يُسأَلَ عن عُمُرِه؛ فيمَ أفناه؟ وعن عِلْمِه؛ فيم فعَلَ فيه؟ وعن مالِه؛ من أين اكتسَبَه؟ وفيم أنفَقَه؟ وعن جِسمِه؛ فيمَ أبلاه؟
1. Ömründen; onu ne ile yok etti?
2. Gençliğinden; onu nerede çürüttü?
3. Malından; onu nereden kazandı ve nereye sarf etti?
4. İlminden; onunla ne yaptı?” (Tirmizî, Kıyâme, 1)
أَيَحْسَبُ أَن لَّمْ يَرَهُ أَحَدٌ
“O, kendisini kimsenin görmediğini mi sanır?” (Beled, 90/7)
İnsan bazen kendini kontrolsüz hisseder, yaptığı her şeyi kimsenin bilmediğini zanneder. Oysa Allah her şeyi görür.
Bu ayet bugünün insanına açık bir mesaj verir:
-“Nasıl olsa kimse görmüyor” diye haram işleyen, kul hakkı yiyen ama iz bırakmadığını düşünen, sosyal medyada ya da dijital platformlarda gizli kötülükler yapanlara şöyle der:
“Hiç kimse görmüyor sanma! Seni her an gören, bilen, hesap günü için kaydeden bir Allah var!”
وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِهٖ نَفْسُهُۚ وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرٖيدِ
And olsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz biliriz. Çünkü biz, ona şah damarından daha yakınız. (Kaf, 50/16)
اِذْ يَتَلَقَّى الْمُتَلَقِّيَانِ عَنِ الْيَمٖينِ وَعَنِ الشِّمَالِ قَعٖيدٌ
Üstelik biri insanın sağ tarafında, biri sol tarafında oturmuş iki alıcı melek de (onun yaptıklarını) alıp kaydetmektedir. (Kaf, 50/17)
مَا يَلْفِظُ مِنْ قَوْلٍ اِلَّا لَدَيْهِ رَقٖيبٌ عَتٖيدٌ
İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında gözetleyen yazmaya hazır bir melek bulunmasın. (Kaf, 50/18)
Onun için biz Müslümanlar, ihsan şuuruyla yaşamalıyız. İhsan’ın ne olduğunu, Hz. Peygamber (s.a.v.) şu sözüyle bize öğretmiştir:
الإحْسَانُ: أنْ تَعْبُدَ اللَّهَ كَأنَّكَ تَرَاهُ، فإنْ لَمْ تَكُنْ تَرَاهُ فإنَّه يَرَاكَ
“İhsan, Allah’ı görür gibi ibadet etmendir. Sen Onu görmüyor olsan da O seni görmektedir.” (Buhârî, Îmân, 37)
أَلَمْ نَجْعَل لَّهُ عَيْنَيْنِ
“Peki, biz kendini beğenmiş o adama görmesi için iki göz vermedik mi?” (Beled, 90/8)
Bu ayet, Allah Teâlâ’nın insana verdiği nimetleri hatırlatır. Özellikle de görme nimetini... Göz, sadece fiziksel bir organ değildir; hakkı ve batılı ayırt etmenin, ibret almanın, tefekkür etmenin kapısıdır.
Bugünün insanı, sahip olduğu nimetleri alışkanlıkla unutur. İlahi mesajları görmezden gelir, mazluma kör kalan bir hayat sürer.
Yine bugünün insanı bilgiye boğulmuş, ama hikmetten uzaklaşmıştır. Göz var ama hakikati görmez; kulak var ama hakikati duymaz; kalp var ama hakikati anlamaz hâle gelmiştir.
Ayet bize şöyle seslenir:
“Ey insan! Sana iki göz verdim; bak ama sadece görmek için değil, ibret almak, doğruyu bulmak, hakkı görmek için bak!”
وَلِسَانًا وَشَفَتَيْنِ
“Konuşması için bir dil ve iki dudak vermedik mi?” (Beled, 90/9)
Bu ayet, konuşma nimetine dikkat çeker. Allah, insana düşüncelerini beyan etme gibi eşsiz bir kabiliyet vermiştir. Bu, sıradan bir yetenek değil; sorumluluk yükleyen bir imkândır.
İnsanların çoğu maalesef konuşma nimetini, sorumluluğunu unutarak harcamaktadır. İster normal hayatta ister sosyal medyada olsun yalan haber, iftira, hakaret, dedikodu, gıybet, kalp kırıcı sözler, gereksiz ve boş konuşmalar ile dilin afetlerini görmekteyiz.
Ayet bize şöyle sesleniyor:
“Dil sana verilmiş bir nimettir; ama aynı zamanda hesabı verilecek bir emanettir. Ne söylediğine dikkat et!”
Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
وَهَلْ يَكُبُّ النَّاسَ فِي النَّارِ عَلَى وُجُوهِهِمْ إِلَّا حَصَائِدُ أَلْسِنَتِهِمْ
“İnsanları yüzüstü cehenneme sürükleyen, dillerinin söylediklerinden başka bir şey midir?” (Tirmizî, Zühd, 61)
Ve yine Hâtemennebiyyin (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
مَنْ يَضْمَنْ لِي مَا بَيْنَ لَحْيَيْهِ وَمَا بَيْنَ رِجْلَيْهِ أَضْمَنْ لَهُ الْجَنَّةَ
“Kim bana iki çenesi arasını (dilini) ve iki bacağı arasını (iffetini) garanti ederse, ben de ona cenneti garanti ederim.” (Buhârî, Rikâk, 18)
Konuşmalarımıza dikkat etmeliyiz. Dil, insanı cennete de götürür; cehenneme de…
وَهَدَيْنَاهُ النَّجْدَيْنِ
“Yine ona eğri ve doğru yolu göstermedik mi?” (Beled, 90/10)
Allah Teâlâ, insanı yaratırken sadece fiziki özelliklerle değil, irade ve akıl gibi değerli nimetler de vermiştir. Bu ayette geçen “نَجْدَيْنِ” kelimesi, mecazen iki yokuşlu yol anlamında olup, iyilik ve kötülük, doğru ve yanlış, hak ve batıl yollarını ifade eder.
Şair Necip Fazıl Kısakürek’in dediği gibi
Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir;
Oluklar çift; birinden nur akar; birinden kir.
Bizim çağımızda bu yollar; ekranlardan, sosyal medyadan, arkadaş çevresinden, ideolojilerden, gündelik alışkanlıklardan geçiyor.
Bugün bizler, hayatımızda her gün küçük ya da büyük seçimler yapıyoruz.
Sosyal medyada, işte, okulda, ailede, tüketimde, ilişkilerde, her tercih ya bizi hak yola götürüyor ya da batıl yola sürüklüyor.
Ebu Malik el-Eş’arî (r.a.)’den rivayet edildiğine göre Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
كُلُّ النَّاسِ يَغْدُو، فَبَائِعٌ نَفْسَهُ، فَمُعْتِقُهَا أَوْ مُوبِقُهَا
“Herkes sabah kalkar, kendini satar: Kimi nefsini (Allah’a satar) azad eder (kurtarır), kimi de helak eder.” (Müslim, Tahâret 1)
Cenâbı Hak bizi ve evlatlarımızı nefsini Allah’a satanlardan eylesin. amin
الحَلَالُ بَيِّنٌ، والحَرَامُ بَيِّنٌ، وبيْنَهُما مُشَبَّهَاتٌ لا يَعْلَمُهَا كَثِيرٌ مِنَ النَّاسِ، فَمَنِ اتَّقَى المُشَبَّهَاتِ اسْتَبْرَأَ لِدِينِهِ وعِرْضِهِ، ومَن وقَعَ في الشُّبُهَاتِ: كَرَاعٍ يَرْعَى حَوْلَ الحِمَى، يُوشِكُ أنْ يُوَاقِعَهُ، ألَا وإنَّ لِكُلِّ مَلِكٍ حِمًى، ألَا إنَّ حِمَى اللَّهِ في أرْضِهِ مَحَارِمُهُ، ألَا وإنَّ في الجَسَدِ مُضْغَةً: إذَا صَلَحَتْ صَلَحَ الجَسَدُ كُلُّهُ، وإذَا فَسَدَتْ فَسَدَ الجَسَدُ كُلُّهُ، ألَا وهي القَلْبُ.
“Helâl olan şeyler belli, haram olan şeyler bellidir. Bu ikisinin arasında, halkın birçoğunun helâl mi, haram mı olduğunu bilmediği şüpheli konular vardır.
Şüpheli konulardan sakınanlar, dinini ve ırzını korumuş olur. Şüpheli konulardan sakınmayanlar ise gitgide harama dalar. Tıpkı sürüsünü başkasına ait bir arâzinin etrafında otlatan çoban gibi ki, onun bu arâziye girme tehlikesi vardır.
Dikkat edin! Her padişahın girilmesi yasak bir arâzisi vardır. Unutmayın ki, Allah’ın yasak arâzisi de haram kıldığı şeylerdir.
Şunu iyi bilin ki, insan vücudunda küçücük bir et parçası vardır. Eğer bu et parçası iyi olursa, bütün vücut iyi olur. Eğer o bozulursa, bütün vücut bozulur. İşte bu et parçası kalbdir.” (Buhârî, Îmân, 39)
Bugün hak ve batıl iç içe geçmiş gibi görünüyor. Ancak Allah, bize ayırt etme kabiliyeti verdi. Vicdanımız, bize doğruyu fısıldar. Onu dinleyelim.
فَلَا اقْتَحَمَ الْعَقَبَةَ
“Ne var ki o, sarp yokuşu aşamadı, aşmaya çalışmadı.” (Beled, 90/11)
وَمَا أَدْرَاكَ مَا الْعَقَبَةُ
“Sarp yokuştan ve onu aşmaktan maksat nedir, bilir misin?” (Beled, 90/12)
فَكُّ رَقَبَةٍ
“Bundan maksat köleyi azat etmek, esiri hürriyetine kavuşturmaktır.” (Beled, 90/13)
أَوْ إِطْعَامٌ فِي يَوْمٍ ذِي مَسْغَبَةٍ
“Yahut bir salgın açlık gününde yemek yedirmektir;”
يَتِيمًا ذَا مَقْرَبَةٍ
“Yahut şiddetli bir açlık gününde kendisiyle yakınlığı olan bir yetimi-öksüzü doyurmaktır.” (Beled, 90/15)
أَوْ مِسْكِينًا ذَا مَتْرَبَةٍ
“Yahut şiddetli bir açlık gününde yerde sürünen bir yoksulu doyurmaktır.” (Beled, 90/14)
Miskin; çalışmaya gücü olmayan, açlık ve ihtiyaç içinde kıvranan, elinde hiçbir imkânı olmayan kimse demektir.
Fakir; geliri olsa da ihtiyacını tam karşılayamayan kişidir. Yani bir şeyleri var ama yine de ihtiyaç içinde olan kimsedir.
Burada “sarp yokuş”, fedakârlık isteyen, nefsi zorlayan iyiliklerdir. Bugünün dünyasında da insanlar çoğu zaman bencilce kolay yolu seçmekte, başkalarının dertlerine karşı ilgisiz kalmaktadır.
Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
مَن نَفَّسَ عَنْ مُؤْمِنٍ كُرْبَةً مِنْ كُرَبِ الدُّنْيَا، نَفَّسَ اللَّهُ عَنْهُ كُرْبَةً مِنْ كُرَبِ يَوْمِ الْقِيَامَةِ
“Kim bir müminin dünya sıkıntılarından birini giderirse, Allah da onun kıyamet günündeki sıkıntılarından birini giderir...” (Müslim, Birr, 58)
Günümüzde yardım etmek, zorluklarla mücadele etmek neredeyse bir kahramanlık gibi görülüyor. Oysa bu, Allah’ın övdüğü yoldur. Zor olanı tercih edenler, toplumun vicdanıdır.
Bugün insanlar sosyal medyada iyilik pozları veriyor, ama gerçek fedakârlık gözden uzak olan yerdedir. İyilik görünmek için değil, hak için yapılır.
İslam köleliği kaldırmak için ciddi adımlar atmıştır. Bugünün dünyasında bu ayet, esaret altında yaşayanlara yardım etmeyi, özgürlüğü savunmayı ve insan onurunu korumayı temsil eder.
Bugün “kölelik” başka şekillerde karşımıza çıkıyor: Borç esareti, tüketim ve marka köleliği, madde bağımlılığı, sosyal medya bağımlılığı gibi.
Bu ayet, insanları bu tür esaretlerden kurtarmayı teşvik eder.
İyiliğin en değerlisi, en zor zamanda yapılandır. Tokken değil, kendin de açken paylaşabiliyorsan işte o zaman gerçek iyiliği yapmış olursun.
أَفْضَلُ الصَّدَقَةِ أَنْ تُشْبِعَ كَبِدًا جَائِعَةً
“En faziletli sadaka, aç bir karını doyurmaktır.” (İbn Hibbân, Sahih, no: 3348)
Peygamber Efendimiz (s.a.s.), açlıkla mücadele eden bir insanı doyurmayı sadakanın en faziletlisi olarak gördüğü gibi, korumasız kalan yetimlere sahip çıkmayı da Cennete giden yolların en güzellerinden biri olarak bizlere göstermiştir.
أَنَا وَكَافِلُ الْيَتِيمِ فِي الْجَنَّةِ هَكَذَا وَأَشَارَ بِالسَّبَّابَةِ وَالْوُسْطَى، وَفَرَّجَ بَيْنَهُمَا
“Ben ve yetime bakan kimse Cennette şöyle yan yanayız. (Peygamberimiz işaret ve orta parmağını birleştirerek gösterdi.” (Buhârî, Edeb, 24)
İmkânlarımız olduğu halde çevremizde yetim, miskin ve ihtiyaç sahipleri çoksa kalplerimizin taşlaştığının işaretidir. Cennet, kalbini merhametle dolduranlar içindir.
İyiliğe en yakından başlanmalıdır. Akraba olan yetime kol kanat germek sevabı iki kat olan bir iyiliktir; birinci sevap yoksul olmasından ikinci sevap da akraba olmasındandır.
الصَّدَقَةُ على المسكين صَدَقَة، وعلي ذي الرَّحِمِ ثِنْتَانِ: صَدَقَة، وَصِلَة
“Yoksula verilen sadaka bir sadaka, akrabaya verilen sadaka ise iki sadaka yerine geçer: Biri sadaka sevabı, öteki de akrabayı koruyup gözetme sevabıdır.” (Tirmizî, Zekât 26)
Bu ayette “ذَا مَتْرَبَةٍ” ifadesiyle, sefaletin en altında olan, toz toprak içinde bir yoksul tasvir edilir. Bu kişilere yardım etmek gerçek bir imtihandır.
وَالْمِسْكِينُ الَّذِي لَا يَجِدُ غِنًى يُغْنِيهِ، وَلَا يُفْطَنُ لَهُ فَيُتَصَدَّقَ عَلَيْهِ
“Miskin; geçimini sağlayamayan, fakat hâlini açığa vurmayan, bu yüzden yardım da görmeyen kişidir.” (Buhârî, Zekât, 53)
ثُمَّ كَانَ مِنَ الَّذِينَ آمَنُوا وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ وَتَوَاصَوْا بِالْمَرْحَمَةِ
“Ayrıca iman edip birbirlerine sabır ve merhamet öğütleyen kimselerden olmaktır.” (Beled, 19/17)
Bu ayet, iyiliğe giden zor yolda yürüyen insanların iki temel özelliğine dikkat çeker: sabrı tavsiye etmek ve merhameti tavsiye etmek.
Gerçek mümin; sadece iman etmekle yetinmez, sabrı ve merhameti hayatına yansıtır ve başkalarına da tavsiye eder.
Bugünün dünyasında, hayatın her alanı stresle, zorlukla ve sınavla doludur. İnsanlar bazen maddi imkânsızlıklarla, bazen hastalıkla, bazen de haksızlıkla karşılaşır. Böyle zamanlarda bir müminin görevi böyle durumda olan insanlara destek olmak, ümidini kaybetmiş kişilere moral vermek, “Bu da geçer” diyebilmektir.
Örneğin: Bir genç üniversite sınavını kazanamadığında, ona aşağılayıcı sözler değil, sabır ve gayretle yeniden denemesi gerektiğini söylemek bu ayetin pratiğidir.
Çünkü bir mümine düşen, her durumda hayır gözüyle bakabilmek, yaşadığı her hali bir imtihan vesilesi olarak değerlendirebilmektir.
Nitekim Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
عَجَبًا لِأَمْرِ الْمُؤْمِنِ، إِنَّ أَمْرَهُ كُلَّهُ لَهُ خَيْرٌ... إِنْ أَصَابَتْهُ سَرَّاءُ شَكَرَ، فَكَانَ خَيْرًا لَهُ، وَإِنْ أَصَابَتْهُ ضَرَّاءُ صَبَرَ، فَكَانَ خَيْرًا لَهُ
Bir müminin işi ne kadar hayret vericidir! Zira onun her işi kendisi için hayırlıdır. Sevinç verici bir şeyle karşılaşsa şükreder, bu onun için hayır olur; sıkıntıya uğrarsa sabreder, bu da onun için hayır olur.” (Müslim, Zühd, 64)
Zorluklara karşı sabır ve şükürle direnen mümin, aynı zamanda başkalarının acılarına da kayıtsız kalmaz; çünkü iman, yalnızca kendi imtihanına değil, başkalarının hâline de merhametle yaklaşmayı gerektirir.
Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurur:
الرَّاحِمُونَ يَرْحَمُهُمُ الرَّحْمَنُ ارْحَمُوا أَهْلَ الْأَرْضِ يَرْحَمْكُمْ مَنْ فِي السَّمَاءِ
“Merhamet edenlere Rahman merhamet eder. Yeryüzündekilere merhamet edin ki gökyüzündekiler de size merhamet etsin.” (Tirmizî, Birr, 16)
İman, sabır ve merhametle tamam olur. Sadece kendimize değil, toplumumuza da bu değerleri taşıyalım. Sabırla yapılan işlerde bereket, merhametle dokunulan gönüllerde umut vardır.
Beled Suresi 17. Ayet, Müslümanların sadece kendilerine değil, birbirlerine de ahlaki ilkeleri hatırlatma sorumluluğu taşıdığını bildirir. Sabır ve merhamet ise bir toplumun direncini ve huzurunu sağlayan iki ana sütundur. Bu ayet, bugün bireyci, öfkeli ve aceleci bir dünyada yaşayan bizler için bir ahlak pusulasıdır.
أُوْلَئِكَ أَصْحَابُ الْمَيْمَنَةِ
“İşte böyleleri, amel defteri sağdan verilecek, Ahiret mutluluğuna erecek kimselerdir.” (Beled, 90/18)
Bugünün dünyasında, her şey; başarı, şöhret ve maddiyat üzerine kurulmuştur. Ancak mü’min için esas gaye Allah’ın rızasını kazanabilmektir; ashâbu’l-meymene’den olabilmektir.
“Rabbimiz bizleri razı olacağı salih ameller yapmaya muvaffak kılsın. Rahmetiyle bizleri ve nesillerimizi salih kullarının arasına dâhil eylesin!” amin
وَالَّذِينَ كَفَرُوا بِآيَاتِنَا هُمْ أَصْحَابُ الْمَشْأَمَةِ
“Âyetlerimizi inkâr edenler ise amel defteri soldan verilecek kimselerdir.” (Beled, 90/19)
Modern çağın en büyük tehlikesi, hakikati görüp yüz çeviren insanlardır. Kur’an’ı, merhameti, sabrı hor gören; sadece nefsinin peşinde koşan; insanları aşağılayan, fakirle alay eden kimseler Kur’an’ı Kerim’de “ashâbu’l-meş’eme” yani uğursuzlar, bedbahtlar olarak tanımlanır.
Allah’ın ayetlerini açıkça inkâr edenler, zekâtı yük gören, zayıfı ezen, gücüyle övünen ve zalimliğe ses çıkarmayanlar işte bunlar bedbaht insanlardır.
Kur’an-ı Kerim, bu ayetle insanları iki sınıfa ayırmıştır: Hakkı seçenler ve haktan yüz çevirenler. Amel defteri sağdan verilenler kurtulacak, soldan verilenler pişman olacaktır.
Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
كُلُّ أُمَّتِي يَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ إِلَّا مَنْ أَبَى... مَنْ أَطَاعَنِي دَخَلَ الْجَنَّةَ، وَمَنْ عَصَانِي فَقَدْ أَبَى
“Ümmetimin hepsi cennete girer; ancak yüz çevirenler hariç. Kim bana itaat ederse cennete girer, kim karşı gelirse yüz çevirmiş olur.” (Buhârî, İ’tisâm, 2)
عَلَيْهِمْ نَارٌ مُّؤْصَدَةٌ
“Bunların cezası, kapıları sımsıkı kapatılmış cehennemin ateşinde yanmaktır.” (Beled, 90/20)
Cehennem; pişmanlıkların geri çevrilemeyeceği bir sondur. Kapıları dışarıdan kapanmış, kaçış olmayan bir azaptır. Bunu için cehennemden uzaklaşmak için hem iyilik yapmalı hem de günahlarımızın affı için Allah’a niyaz etmeli, amellerimizi yok eden kul hakkı ve riyadan uzak durmalıyız.
Resûlullah (s.a.v.) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur:
أَلاَ أُخْبِرُكُمْ بِأَهْلِ النَّارِ ؟ كُلُّ عُتُلٍّ جَوَّاظٍ مُسْتَكْبِرٍ
“Size cehennemliklerin kimler olduğunu söyleyeyim mi? Katı kalpli, kaba, cimri ve kurularak yürüyen kibirli kimselerdir.” (Buhârî, Eymân, 9)
Cennetlikler suçlulara şöyle derler: “Sizi Sekar’a (cehenneme) ne soktu? (Müddessir, 74/41)
مَا سَلَكَكُمْ فِي سَقَرَ
“Sizi şu yakıcı ateşe sokan nedir?” (Müddessir, 74/42)
قَالُوا لَمْ نَكُ مِنَ الْمُصَلِّينَ
Onlar şöyle cevap verirler: “Biz namaz kılanlardan değildik; (Müddessir, 74/43)
وَلَمْ نَكُ نُطْعِمُ الْمِسْكِينَ
“Yoksulu doyurmuyorduk” (Müddessir, 74/44)
Ayet-i kerimelere göre cehennemden kurtulmanın yolu, hem kulluk görevini yerine getirmekten hem de mazlumlara el uzatarak şefkat göstermekten geçer.
Allah Resûlü (s.a.v.) de bizlere en küçük bir sadakanın bile kurtuluşa vesile olabileceğini şu hadisle öğretmiştir:
اتَّقُوا النَّارَ وَلَوْ بِشِقِّ تَمْرَةٍ
“Yarım hurma ile bile olsa kendinizi ateşten koruyun.” (Buhârî, Edeb, 34)
Bu hadis-i şerif bizlere gösteriyor ki, niyet halis olduktan sonra küçük bir iyilik bile cehennemden koruyucu bir perde olabilir.
Sonuç:
Gerçek başarı, “sarp yokuşu” aşmaktır yani; Akrabaya, yetime-öksüze, fakire, miskine, mazluma sahip çıkmaktır; iyiliği, sabrı, merhameti tavsiye etmektir.
Allah Teâlâ bizi, hayır ve iyilik yolunda ayaklarımızı sabit kılsın! Bizi sarp yokuşu aşan ashâbu’l-meymene zümresinden eylesin. Âmin. وَآخِرُ دَعْوَانَا أَنِ الْـحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
Hazırlayan: Mehmet ABAY / Sakarya Serdivan Vaizi
Facebook Yorumları